Bir Şehri Sevmek Ama O İstanbul İse…

Büyüleyici Bir Yapı, Şerefiye Sarnıcı
Mart 25, 2020
Tabloların İstanbul’u
Ağustos 29, 2020

Bir Şehri Sevmek Ama O İstanbul İse…

BİR ŞEHRİ SEVMEK, AMA O İSTANBUL İSE…

Epeyce bir on yılı geride bırakan biri olunca insan neyi sevip neyi sevmediğini, neyi neden sevdiğini biliyor. Sanırım bugünlerde bahar da geldi diye İstanbul özlemim tavan yaptı ve çocukluk günlerime dek inerek onunla olan maceramı masaya yatırdım. Aslında her hangi bir şey, ki o her şey olabilir, hattâ bir insan bile olabilir, onu neden sevdiğimizi kendimize sorduğumuzda birden çok nedeni varsa onu boşuna sorguluyoruzdur, seviyoruzdur işte, ötesi yok… Zaten sevgi öyle bir şey ki, öylece var o, nedeni aslında yok, canlı ve yaşayan bir olgu. Hissettiğimiz, beslediğimiz, bazan yitirdiğimiz, ama bizimle ilgili. Hayata bakışımızı oluşturan, değiştiren, geliştiren bir varlık. İyi ki var.
Okula gidemeyecek kadar küçüktüm ilk “İstanbul” adıyla tanıştığımda. O zamanlar doğduğum yer olan Eskişehir’de yaşıyorduk. Bir yaz günü, ablam ve beni anneannemlere bırakıp istanbul’a gitti annem ve babam. İlk kez bizi almadan bir yere gitmiş olmalarını hiç affedemedim. Topu topu bir kaç gün sürdü geri dönmeleri ama ben onların İstanbul’dan getirdikleri o günlerin modası olan çizgili bluzu giymemek için bile, bir hafta direndim. Çocukluk işte, o zamanlar çok inatçıymışım. Büyüdükçe hayat insanı törpülüyor, “Malta Keçisi” adım tarih oldu, sadece dayım anımsıyor artık.
Liseye gidiyordum ve ilk Boğaz Köprüsü yeni açılmıştı o günlerde. Okulla birlikte gittik İstanbul’a. O yaşa dek hiç gitmemiştim. Aman Allahım! Nasıl da cömertçe “dağıtılmış” mı desem, “yaratılmış” mı desem…bir güzellikti o!!! Boğazın öpüşen mavi ve yeşili, Kapalıçarşı’nın o kendi içinde güzel karmaşası-kalabalığı, o renk cümbüşü… Beyoğlu, o hep duyduğum, adına şarkılar yazılan, filmlerde izlediğim Beyoğlu, ki sonra orada yaşayacaktım- muhteşemdi. O yıllarda Bursa’da yaşıyorduk. Dönerken yeni bir aşkım vardı artık. İlk fırsatta da ona kavuşmak için çabalayacaktım. Kararım kesindi, öyle de yaptım zaten.
Nedendir bilmem, oldum olası alışılmışın dışında edimlerim vardı, hâlâ da öyleyim. Meselâ bize ortaokulda dikiş-örgü-yama bile öğretirlerdi. Örgü öğrendiğimiz bir yılın sonunda ödev olarak serbest çalışma verdi iş-teknik öğretmeni. Herkes istisnasız annesine birer sabunluk ya da patik ördürüp getirdi. Benim yaptığım iki pano vardı. Biri kumaş parçalarından, sonradan adının “kolaj” olduğunu öğrendiğim bir pastoral resim, bir de balık pulları ve açtığım kalemlerin kalemtraş açıklarından oluşan kompozisyon. Kelebek de vardı, çiçek de, güneş de. İşte bu bağlamda takdir edersiniz ki sadece erkeklerin tercih edeceği, genelde ağır sanayi sayılabilecek ortamlarda kötü şartlarda çalışılan bir mühendislik dalını tercih etmem hiç de şaşırtmadı ailemi. İTÜ-Metalurji ve malzeme bölümünü kazanan bir mühendis adayı idim… O muhteşem şehir beni beklesindi artık değil mi ama? Evet , bekledi de, onsekiz yaşımı doldurup zoraki gidişimi sağlayana kadar. İki ay boyunca vazgeçirmeye çalışan babam sonunda reşit olunca pes etmişti… gidecektim ve gittim. Aylardan Ekim idi, ikinci yarısı…
Aslında ilk günlerim epey komformist geçti. Nişantaşı’nda kalıp Maçka’da okula gitmek hiç de kolay bulunur bir şey değildi. Şans ki, o günlerden bugünlere taşıdığımız bir dostluğum var. Aynı odada kaldığım, aynı okula giden bir başka “kız arkadaş”. Artık koskocaman “kadın”ız ikimiz de.
İstanbul yetmişli yıllarda çok güzeldi ve ben o güzellikleri yaşayan biri olarak çok şanslı sayıyorum kendimi. Ne boğazın yeşilini katleden yapılar vardı, ne gökyüzüne kafa tutan şehrin göbeğine saplanmış bir hançer gibi duran gökdelenler… O zamanlar plajlar vardı her yerde. Gider, boğazın serin sularına ya da Kadıköy’ den ilerideki sahildeki plajlara atardık kendimizi. Öyle külotla, şalvarla denize girenler de olmazdı oralarda. Ne her gördüğü yeşilde mangal yakıp ortalığı dumana boğanlar, ne de çöpleri gelişigüzel ortalığa saçanlar yoktu. Otobüsler daha tenha, trenlerdeki insanlar daha kibardı. Boğazın sahilinde yürürken kimse kimseyi rahatsız etmezdi, öyle bangır bangır müzik açıp geçen arabalar da yoktu. Koskocaman üst geçitler, yeraltına inip nereden nereye çıkacağımızı bilemediğimiz metro yolları da yoktu. Yirmi yılı aşkın süredir orada yaşamıyorum artık. İtiraf ediyorum, Moda ve Kadıköy dışında bir yeri gezme özlemi de duymuyorum. Evet bir özlem duyuyorum ama bu özlemi maalesef hiç karşılamıyor şimdilerde gittiğim İstanbul.
Nişantaşı’ndan sonra Topkapı-Çapa-Langa-Gültepe-Anadoluhisarı-Paşabahçe-Ortaköy-Beyoğlu (Galatasaray da sayılırdı) kaldığım yerler oldu. Kimi ev kimi yurt idi. Ancak Anadoluhisarı ve Paşabahçe günlerim çok özeldi. Çünkü orda tanıdığım bir balıkçı reis vardı ki, Edip Cansever usta ona “Ahmet Abi” diye seslenir en güzel şiirlerinden birinde. Yazmıştım siteye daha önce. Canım Ahmet Amcam, nurlar içinde uyusun. Ondan öyle çok şey öğrendim ki, tam bir yaşam gurusuydu, ama elbet gerçek anlamda, şimdiki şarlatanlar da kendileri için bunu diyor, çok kızıyorum. Galatasaray’ ı da içim burkularak anarım. O levanten evini çok severdim. Oradan sonra Bursa’ yı sevemedim, zaten hiç sevmezdim. “Bursa” dediğimde sevdiklerimle olan günler var artık. Onlar güzel sadece ve güzelleştiriyor bu şehri de.
İki kez cüzdan kaybettim onca yılda İstanbul’da. Bir şeyleri kaybetmekte üstüme yoktur alimallah, buna rağmen sadece iki. İlki bir akşam arkadaşlarla oturduğumuz Harbiye’de bir parkta. Diğerini aslında çaldılar, kaybetmek sayılır mı bilmem. Kasımpaşa pazarında, hem de kol çantamın içinden. Harbiye’dekini hemen dönüp bulduk ama diğerini güle güle kullansınlar. Neyse…
Yine de çok özlüyorum … HER ŞEYE RAĞMEN SEVERİM İSTANBUL’ U.
*Cağaloğlu yokuşunu, Çınaraltı’ nı
*Lanet ettiğim akaretler yokuşunu
*İçinde her gidişte kaybolmayı becerdiğim Kapalıçarşı’yı
*Her fırsatta bir şey almayacak olsam da uğradığım Kuledibi-Horhor-Üsküdar antikacılarını, eskicileri daha doğrusu
*Boğazda kâğıt helva yemeyi
*Büyükada’da , adalarda dolaşmayı
*Beyoğlu’ nu, ama Aygün’süz oranın da tadı yok
*Eyüp’ te Haliç’te oturmalarımızı
*Küt böreği ve çatalı, Beyoğlu çikolatasını
*Tünel’de oturduğumuz duvarımızı
Ve daha bir çok şeyi…
İstanbul’u birlikte sevdiğimiz, birlikte çile çektiğimiz, güldüğümüz, aç kaldığımız bazan da savrukça para harcadığımız insanlarımın çok azı orada yaşıyor artık. Yerler ve mekânlar insanlarla güzel ve anlamlı. Onun ötesinde hiç bir anlam ifade etmiyor, geçmişe özlemden başka. En azından benim için böyle. Evet, duymayı isterim mimoza-akasya kokusunu ama o her yerde var. Kâğıt helvalar ve uzun yürüyüşler de. Gemlik meselâ boğazın,
Nalbantoğlu da Beyoğlu’nda bir sokağın yerini alabilir belki. Hepsi o kadar. İnsanlar dedim, her insan kendi güzelini yaratıyor. Bursa’da da yaşadığım güzellikler ve güzel insanlar var. Onları hiç bir şeye değişmem. Bursa’ yı bile sevdirecek kadar güzel onlar. Sözüm İstanbul üstüne idi, öyle bitsin.
Bir kadın gibi düşünsem nasıl bir kadındır ki, defalarca ırzına geçildiği halde yine de kendine sakladığı güzellikleri var. Öyle mağrur, öyle dikbaşlı. Ağacı-ormanı yok edile edile bitirilemedi, hâlâ güzel. O karmaşa içinde, o gürültüde bile asude yerlerini elinden bırakmaya direnç gösteriyor. Ancak artık ona destek olmak zorundayız, hepimizin ona borcu bu. Ondan aldıklarımızın farkına varmış gibiyiz, umudum var, eski haline dönecek yeşili de belki başka şeyleri de…
İstanbul dediğimde aklıma gelen en ilginç yer olan Yerebatan sarnıcını çok ilginç bulurum ve nedense her gidişimde oraya girmek isterim. Anemas zindanlarını gezmek ve fotoğraflamak bir zamanların en deli isteği idi, elbette mümkün değildi. Yapmak istediğim iki şey daha var İstanbul’da. Kızkulesi ziyareti ve orada yemek yemek… Asya’dan kopup denizde kalan bu parçayı yaklaşık 2500 yıl önce bir kuleyle süsleyen Atina’ lı komutan Alkibiades’e de teşekkürlerimi sunarak elbette. Bir diğer isteğim de Galata Kulesinde akşamın batışını seyrederken bir şeyler yiyip-içmek. Yaparım umarım. Galata Kulesi bana çok yakındı orada yaşarken ve çok kez çıktım, ama uzun süre hiç kalamadım içinde. Sadece tüm yükseklik korkumu cebime koyarak, İstanbul’u seyrettim demirlere sıkıca tutunup…
Ve illâ ki, en yakın zamanda adalarda gezmek istiyorum. Hangisi olursa olsun… Baharı kaçırmadan.
Çünkü Baharıyla-yazıyla-sonbaharı-kışıyla İSTANBUL, İSTANBUL’ DUR. BAŞKA İSTANBUL YOK!

Suna Tepe

İstanbul Tarihi ve Turistik Yerler; Şehir İstanbul

Comments are closed.