İstanbul da İlk Ezan Sesleri
Ağustos 14, 2024Anglikan Kilisesi ; Galata da Kırım Kilisesi
Ağustos 14, 2024
Çayname
Çayizmin Felsefesi
“Önce şiirde sevdim kavgayı
Özgürlüğü kelime kelime şiirde.
Mısra mısra sevdim yaşamayı,
Öfkeyi de, sevinci de…
Senin ışıklı günlerin,
Benim iyimser dostlarım
Hepsi hepsi şiirde.
Ne varsa yitirdiğim…
Bütün bulduklarım şiirde.
Kafiyeden önce gelen
Sevgilerimiz mi sade,
Sürgün de var
Hapis de.”
-Rıfat ILGAZ
Size de olur mu bilmem, ama bana sıklıkla olur. Günlük anlardan birinde, bir işe yönelirim, sonra daldan dala bambaşka bir yerde bulurum kendimi. Dikmem gereken dikişler, yapmam gereken ütüler ve daha pek çok iş var ama ben bu saate dek yaptıklarımı yeterli görüp şiirsedim, şiir okumak istedim. Şiir kitaplarımdan birini bulmak için elimi attığım kitaplık rafında elime adeta “düşen” bir kitap oldu.
Bir şiir kitabı olsaydı ne âlâ ama o bir çay kitabı idi. “ÇAYNAME”- Okakura KAKUZO. İlk baskısı elimde olan, ikincisi olabileceğini de hiç sanmıyorum. (*) Zira insanlar genelde popüler kültürden olmayan basına ilgi duymuyor. 2006 Baskısı, bana gelişi 2008 Kasım ayında. O bir armağandı, Çayı seven ve benim de sıklıkla “çaysındım” dememi bilen ve bu deyişimi seven bir dosttan… Ancak, dostluk bir kitabın ömründen kısa sürebiliyor bazan.
Kitaba göz atarken çizdiğim satırlar, bütünüyle aldığım 5 yıldız koyduğum paragraflar ilgimi çekti. Keşke uzun alıntılar yapabilsem ancak ben onun yerine kitabın bende oluşturduğu genel ,hayata dair duygulardan aktarmalar yaparak, çağrışımları yazarak, belki bir kaç küçük alıntıyı da koyarak yazmak istedim.
Doğu-Batı karşılaştırmasını hiç sevmedim ne sanatta, ne kültürde. Ancak, insan ruhunun inceliklerine ve detaylarına baktığımda kendimi çoğu zaman Doğulu biri olarak buluverdiğimi itiraf etmem gerekir. Avrupa dünkü çocuk, kadim Asya uygarlığının yanında. Edinimler de buna göre bence. Bunu şunun için diyorum; bizi biz yapan şeyler, doğumdan ölüme dek bunlarla şekilleniyor. Estetik, sanat, doğaya bakış, din ve ahlaksal normlar, insana, hayvana ve hatta çiçeğe bakış, hayata baktığımız perspektif… Hep bununla tanımlanıyor. Tabii en genel anlamda insanlığın önüne konan bazı değer yargılarının ya da başka etkin konumların “duvar”ları onlar aynı zamanda. İstesek de istemesek de, öyle çok duvarımız var ki! Hangimizin başında, onlara zaman zaman toslamaktan çeşitli izler yoktur? Bence hiç birimizin.
“YASAK” DUVARI, daha ilk adım attığımızda başlar, elbet bizim yararımızadır, ne şüphe. “Cısss”, yanarsın.”, “Aman gitme, kaybolursun. “, “Koşma, düşersin.”, “Onları sorma, anlamazsın şimdi”… Kendimizin öğrenip karar vermesine izin verilmeyen durumlar onlar. İnsan yasaklara alışmak zorunda bırakılıyor en başından. Sonrasında genel yasaklar toplu şekilde kanunlar olarak biçim değiştirip, yerini tutuyor, kiminin adı da “suç” oluyor bu arada. Yapmamak gerekir.
“KATLANMA” DUVARI… “Ailendir-katlan, eşindir-katlan, İştir-katlan, kalıcı değil-katlan, ayıp olur-katlan, misafiriz-katlan, tatildeyiz-katlan, …” Biliyorum daha ne çok eklediniz kafanızdan. Öyle çoktur ki onlar bir kağıt olsa insan, akordeon ya da yelpazeye dönerdi katlana katlana. Ama değiliz, sadece içimizde bi yerlere atmaya çalışıyoruz işte bu katlanma izlerini. Kara-dut lekesi gibi hepsi de. Ancak kendi yaprağı ile ovarsan çıkar… Ama temizlik mevsimi hep kıştadır ve ağaçlar yaprak dökmüştür artık.
“YALAN” DUVARI. Aslında çocukluktan beri bize yanlışlığı empoze edilen bir durumun sonradan önümüze dağ gibi dikildiği duvar. İlk tuğlaları da ailemizden gelir maalesef. Neyse ki onunla pek muhatap olmayı sevmiyorum. Gördüğüm yerde de dönüp yol değiştiririm, sevdiğim insanlar da benim gibidir şükür. Yalansız yaşayan…
“HAD VE HAK” DUVARI, bu duvar yaşam anahtarım benim. Neredeyse tüm hayatımı ona göre düzenlediğim duvar. Çeşitli güzel taşlarla süslü bir duvar. Bazılarında ayna parçaları var hatta. Kendime benzerleri görebiliyorum orada. Beni rahatsız eden bölümleri olsa da, buna karşılık gelen bir şeyi bulup çıkarmak hiç de zor olmaz. Herkese eşit mesafede durabilmek bir haddir, güzeldir. Elbette bu ayracın dışında kişiler olur hayatımızda, iyi ki. Bazan daha, çok daha yakın, bazan da çok uzak . Haddimi bildiğim sürece kötü şey yaşatacak insanlar olmaz pek, ama olursa da hakkımı korurum. Bunu babamdan öğrendim, ondan öğrendiğim pek çok güzel şeyden biri de bu. Hadsizlik etmemeye çalışırım, hakkımı da korurum. Bu duvara saygı duyuyorum, seviyorum. Gölgesinde çok çiçekler yetiştirdim, dikkatli olduğumdan, beni yaralamaz çok fazla.
“SEVGİ” DUVARI… Aslında onu bir duvar olarak yazmalı mıydım bilmiyorum ama bunca kötü duvarın içinde bir tane de bile isteye ördüğümüz, destek verdiğimiz, yıkılmasından ödümüzün patladığı bir duvar olsun. Eminim hepiniz şöyle derin bir ohhh!!! çektiniz. Sevgi soluk aldırır, yaşatır, üretir, umut verir, bazan sahip olduğumuz tek şeydir. Sevgiyi en sona koymamın nedeni kötüden iyiye gitmek içindi. Her evriliş öyle olmalı. Doğu felsefesini, onun bir parçası olan “çayizm”i de bu yüzden seviyorum. Yine kitaba döndüm işte. “Post-modern-carpe diem yaşam tarzı” içinde kendinden ve herşeyden uzaklaşan insanlara sarsıcı bir bakış açısı sunuyor aslında bu kitap. İlk okuduğumda da çok heyecanlanmıştım. Hem de öyle biri olmadığım halde. O sakinliği, dinginliği, insanı yeniden kendine döndüren o ambiansı hissetmemek mümkün değil. Bu bütünlüğü sağlamak için tamamını okumak gerek ama ben sadece bir kaç yeri aktarmak istiyorum.
“Çay felsefesi gerek ahlakla, gerek dinle, gerekse insan ve doğaya olan bütün bakış açımızla ilintili olduğundan sadece estetizm değildir. Temizliğe özendirdiği için hijyendir, karmaşık ve pahalı olandan ise basit olanın içindeki rahatlığa işaret ettiği için ekonomidir, evreni kavramaya yönelik olan duygumuzu tanımladığı için manevi geometridir. Tüm takipçilerini beğenileri konusunda birer aristokrat kılmak suretiyle Doğunun esas demokrasi anlayışını temsil eder.” (Çayname- sf-10)
“Ünlü bir araştırmacı olan Charles Lamb en büyük zevkin gizlice iyi bir şey yapmak ve sonrasında bunu tesadüfen fark etmek olduğunu yazdığında Çayizmin musikisini doğru notalarla çalmıştı. Çünkü Çayizm, keşfetmekte olduğunuz güzelliği saklama sanatıdır; ortaya çıkarmaya cesaret edemediğinizi işaret etme sanatıdır; kendinize gülebilmenin asil sırrıdır; sakin ama bütünleşmiş mizahın kendisidir; felsefenin gülen yüzüdür.” (Çayname –sf-19)
“Tıpkı sanat gibi çayın da dönemleri ve ekolleri vardır.Evrimi kabaca üç ana safhaya ayrılabilir.Kaynamış çay, çırpılmış çay,demlenmiş çay…Biz çağdaşlar son ekole dahiliz……Nasıl belli dönemlerde belli şarapların gözde olması Avrupa milletlerinin mizaçlarını ve o dönemimin özelliklerini ortaya koymakta ise, çay idealleri de oryantal kültürün farklı durumlarını belirtir….. Eğer sanat dünyasının çok suistimal edilmiş kalıplarını kullanmaya eğilimli olsaydık, bu ekollere Klasik,Romantik ve Naturalistik çay ekolleri adını verebilirdik.” (Çayname-sf-25)
Avrupada çayla ilgili ilk yazılı kayıtlara 879 yılından sonra tuz ve çaydan vergilerden söz eden bir Arap gezginde rastlanmış. Marco Polo da 1285 yılında maliye bakanının keyfi vergi uygulamalarından dolayı görevinden alındığını yazmış. 16. Yüzyıl gezginlerinde hep çaydan bahisler varmış. Avrupaya gelişi 1610. Bir Hollanda gemisi ile. Fransa’ya 1636, Rusya’ya 1638 de teşrif ediyor çay. Beş çayıyla anılan İngilizler 1650 de tanışmış onunla… Bir yerde de, 18. Yüzyıldan söz ederken, “Sömürgeci Amerika, insanların direnci kırılana dek; çayın sırtına önemli yükler bindirmeden önce kendisini tuttu . Amerikanın bağımsızlık hareketleri Boston Limanı’na çay yüklü sandıkların indirildiği gün başlar.” deniyor kitapta.
Peki bizim topraklarda nasıl oldu çayla tanışma? Osmanlıda, 16. yüzyıldan itibaren çay yaprağına rastlanıyor, ıtriyat olarak. 1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra başlayan dönemde çay yavaş yavaş kahvaltılarda boy gösteriyor.. Çay tarımı ise Sultan İkinci Abdülhamid zamanına denk geliyor.Uzakdoğu’dan ithal edilen çay tohum ve fidanları İstanbul, Bursa ve Selanik gibi yerlerde tarlalara ekilerek yetiştirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de çay ilk defa çiftçiler tarafından 1870’lerin sonlarında Artvin bölgesinde ekilmiş. Kemalettin Kuzucu’nun araştırmalarına göre 1878’de, Hopa’da ve Arhavi’de çay ekimi başarılı olmuştu. Çalışmak için Rusya’ya giden yöre erkekleri, oradan getirdikleri çay fidanlarını evlerinin bahçelerine ekmeleri sonucu çay Türkiye’ye girmişti. Rize’ye çayı getiren kişi 1910’larda Rize Ziraat Odası başkanı Hulusi Karadeniz’dir. Hulusi Bey, Rusya’nın işgali altında olan Batum ile Rize’nin iklim şartlarının benzerliğne bakıp, 1912’de Rize’ye tohum getirir. Bahçesine ektiği çay tohumları kısa bir süre sonra netice verince heveslenir. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi çay tarımı teşebbüsünü yarım bırakır. Rize’nin işgalden kurtulmasından sonra 1919’da Rize’ye geri döndüğünde çay meselesine tekrar el atar. Hulusi Karadeniz, Ali rıza Erten ve Zihni Derin çay Cumhuriyet Dönemindeki yolculuğumuzun önemli köşetaşlarıdır. Emeği geçen herkese teşekkür etmek gerek, çay vazgeçilmezimiz pek çoğumuzun.
Aklıma gelen bir şey oldu , yazmasam olmaz. Bir zaman bizde de “Tang” adında bir içecek vardı, belki hâlâ da vardır , bilmiyorum. Adı hep ilgimi çekerdi de şimdi bir şeyle ilişkilendirebildim, sanırım bilerek seçilmişti o isim. Çayı çeşitlendiren, bugünkü haline taşıyan bir hanedan varmış Çin’de 8. Yüzyılda onlardan bir dahi yapmış bu işi, adı Tang Hanedanı.
İyi ki uğraşmışlar çayla ve iyi ki var çay. Her ne kadar onlar gibi “çay odaları”mız yoksa da çay içtiğimiz yerleri var evimizin. Şu kadarını demek istiyorum. Bir oda düşünün, çay seromonisi için, çay içmek için tahsis edilmiş. Son derece yalın ve huzur verici. Hiç bir simetri yok, hiç bir eşyanın benzeri yok, tekrarı yok. Yüksek ve kasvetli hiç bir eşya yok. Çiçek canlı halde varsa, resmi yok. Boşluklar var, insan “kendinden bir şeyleri manevi olarak doldursun oralara” diye. Nasıl zarif, nasıl hoş bir düşünce. Evlerin hep birbirini tekrarlayan fabrikasyon benzerliğini düşününce ne kadar sıradanlaştığımızın farkına varıyor insan, ne kadar kendimiz olmaktan uzak, ne kadar öylesine yaşayanlarız. Evlerimize ve hayatımıza, kattığımız neredeyse hiç bir şey yok estetik, güzellik, kendimiz olma adına.
Çayname’den değil ama çayın bir söylencesi var.
“Milattan Önce 2737’de Çin İmparatoru Shen Nung, sarayının bahçesinde su içerken, iki yeşil yaprak imparatorun fincanının içine düştü. Suyun tadının değişmesi üzerine bu durum araştırıldı ve çay vazgeçemediğimiz bir içecek oldu.”- Erhan Afyoncu. Bir gazete yazısından aldım. Devamında da Seylan’da çay üretimin 1870 de olduğu yazıyor. Bugün çayla adı anılan en önemli yer desek yalan olmaz.
Çaydan-yaşama, insana dairlerden günümüz yozluğuna, sınırlara, telaşla gelip geçen ömürlere, sakinliğe olan özleme, biraz yavaşlamaya… daha bir çok şeye dokunmaya çalışıyor insan en ufak bir çağrışımda. Bir kitabın bana saniyeler içinde çağrıştırdıklarıydı yazdıklarımın bazıları. Eğer okumaya devam edip buralara kadar gelen varsa teşekkürler. Çaysız kalmayın. Hele de yaşadığınız yer İstanbul ise, Emirgân’ da (asla sıcak gelemeyen, yani eskiden öyleydi) demli çayınızı yudumlarken benim için de bir yudum alın. İster abartılı kupada, ister zarif bir porselende, ister ince belli Türk usulü bardakta nasıl olursa olsun için. Ben kendi adıma mümkünse çayın rengini görmek isteyenlerdenim. İstanbul’a gittiğimde deçay içme tercihimi, Çınaraltı’nda ,var iseler, eskicilerle birlikte sohbet ederken ince belliyle demli çayımı elimde okşaya okşaya içerek kullanmak isterim. Çok özledim.
İyi kalın, çayla kalın, çay candır…
*Meraklı okuyucuya NOT: Evet, yazı bitince merak edip araştırdım tahminimde yanılmamışım. Başka bir baskısı olamamış bu güzel kitabın… Ne denir ki?
İstanbul’a Seyahat
Eşsiz bir kültür turizmi yaşamak, tarihin bambaşka köşelerinde gezinmek, tatilinize tarifsiz güzellikler katmak için, seyahat planlarınızı İstanbul’a yapın.
sehrinhikayesi@gmail.com