“BURASI KADIKÖY, BURADAN ÇIKIŞ YOK!”
Ocak 14, 2022Tarihte Kurulan İlk Kent; Çayönü
Ocak 14, 2022
Edip Cansever, Anadolu Hisarın’da Ahmet Amca, Göksu Deresi ve Mendilimde Kan Sesleri
Şairlerin kanayan mendilleri soracağı Ahmet Amcalar. Keşke daha çok olsa dünyada. İyi ki bir tanesini tanımışız.
Değerlimiz Edip CANSEVER üstadın gidişinden bugüne tam 32 yıl geçmiş (28 Mayıs 1986), reis gideli de 23 Nisan’ da 29 yıl oldu…
ANILARINA SAYGIYLA. Eksiklikler için affola diyorum, eminim pek çoklar…
İstanbul’a gittiğimin üçüncü yazıydı o semtle yolumun kesişmesi. Bir öğrenci olarak ilk yaşadığım yer Nişantaşı idi, bu bir şans mı, dezavantaj mı bilemem. Devamında, o yurttan ayrılıp Topkapı civarında bir yurt, Çapa’da bir il yurdu, Langa’da bir ev ve sonrasında Levent’e yakın bir gecekondu mahallesiydi yaşamaya ve okumaya çalıştığım yerler. Hep avrupa yakası…
Bir yaz tatili biterken (1977) , o günlerdeki bir arkadaşımla birlikte tatildeyken görüp adresini aldığım lise arkadaşımın evine gitmiştik. Benim aktif siyasetçi okulumun yanında onun okuduğu yer yani Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu çok farklı idi, oysa arkadaşımla ben çok aynı şeyleri yaşamıştık önceki yıllarda. O rahat okul ortamının yansıdığı, arkadaşımın Küçüksu’ daki bahçekatı cennet gibi gelmişti bize. Kavgadan, dövüşten, silah seslerinden, kalabalıktan uzak, apayrı bir dünya işte…
Arkadaşımın bir de ev arkadaşı vardı ve ikisi de harika insanlardı. Orada kalmayı önerdiler ben de kabul ettim tabii. Onlarla yaşamaya başladım sonraki aylarda. Yaşantımda aldığım en yararlı kararlardan biriydi sanırım. Hayatı öğrendiğim yıllardı o yıllarım. Ev, evdeki ve çevredeki ortam, sanatla kucaklaştığım, insan sevgisini pekiştirdiğim zamanlarımdır. Okulumdan çok, boykot falan da yoksa Güzel Sanatlar okulunda vakit geçirmeyi sever olmuştum. Sonra onlar Fransa’ya gidince ev bana ve arkadaşıma kaldı.
Duvardaki fotoğraf makinesinin küflendiği, bahçesinde kör farelerin olduğu, banyosına mutfaktan geçilen bodrum bozması bir bahçe katı, ama bir yokuşta olduğu için bahçeye çıkmadan bile kocaman bir camdan (tek penceremizdi zaten) boğazı görüyorduk. Hiç bir özelliği olmasa da Ahmet amca vardı bir soluk ötede, yeter de artardı. Hepimize yuva olan o evde pek çok kişi ile tanışma şansım oldu. Resssam, şair, yazar, fotoğrafçı, grafiker, seramik sanatçısı, öğretmen, meşhur avukatlar, sürgün memurlar, reisin deyimiyle “yaramaz mektepliler” dahası dahası…
Şehirler , semtler , evler de insanlarla anlamlı ve güzeldir. Belleğimizde iz bırakan, aslında yerler değil, oralarda yaşadığımız olaylar ve insanlar değil mi zaten? Elbette öyledir. Benim aklımda da o günlerden bugünlere muazzam bir insan kaldı işte. O bir balıkçı reis, o bir terzi, o bir can… Ahmet amca, hepimizin sevgili Ahmet amcası. Bazı insanlar vardır, bir kez tanımanız yeter, bir kez görseniz dahi öyle bir şey der, öyle bir şey yapar ki, bir ömürlük yeter insana. İşte onu tanıdığımda da böyle bir şey yaşadığımın farkındaydım aslında. “Tamam, varsın olsun, biraz geç oldu ama seni de bugün doğurdum say” dedi ve bağrına bastı beni de, hemen o gün, o sıcak yazsonu gününde…
Tanıdığı insanlar, topluma ve tanıdıklarına zararsız görüyorsa dostttur onun için. Bazılarını da daha yakın görüp onları “doğurur”du… Ben de onlardan biri olduğum için kendimi şanslı addederim ya. İlerideki yıllarda onunla ilgili detaylı bir kitap yazmayı düşünüyoruz, belki bir kaç kişi oluruz, belki de onu en iyi tanıyanlardan biriyle. O biri, kendini tanımayı da reisin evindeki kalabalığa borçlu olduğum eşim… Eğer yol arkadaşı olarak hayatına girmeseydim hayatını reisle-Ahmet amca’yla- geçirecek olan biri… Dediğim gibi ilerde detaylandıracağımız için yıllara, kişilere çok fazla dokunmadan(hata yapmamak adına) ana hatlarıyla bir anma yazısı olacak şimdi yazdığım satırlar.
Sadece İstanbul’un Göksu deresinde yaşayan ve anıldığında tanıyan-tanımayan herkesin en azından hakkında bir dolu anı dinlediği , oralarda boğazın suları boyunca anılar bırakmış birini anmak için. Bir semtle , bir dereyle, bir sahille özdeşleşmiş bir insan ve hatta bazılarına göre bir şehirle bütünleşmiş biri… İstanbul içinde belki bir noktadır, bir detay, ancak noktanın önemini bilmeyenimiz var mı? Bence o bir efsane ve biz yaşadıkça gelecek kuşaklara da aktarılacak eminim. Şimdiye dek sadece bir şiirle bilmemiz aslında haksızlık, nice sayısısz öykünün kahramanıdır.
(Ahmet Titiz)
Ahmet Amca yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doğmuş biriydi. Asıl memleketi Ordu imiş, ben hep İstanbul sanırdım önceleri. Kendini anlatmaktan çok dinlemeyi ve başkalarının dertlerine çözüm bulmayı seçtiği için olsa gerek az anlatırdı, gerekince, gerektiği kadar… Ufak tefek, incecik, hep güler yüzlü, nadiren kızan ve çok özel biriydi. İlk gençlik yıllarında kısa süre için sıradan bir suçla girdiği hapishaneden ( “kodes” derdi kendisi) komunist olarak çıkmış biri o kendi anlatımıyla, “iyi ki de girmişim” derdi. Ölene kadar da onu tanıyan herkes, kelimede değil de tam anlamıyla komünal bir yaşam sürdürdüğünü bilir. Yıllara takılmadan yazmak isterim demiştim ancak 1946, 1951 TKP tutuklanmaları varmış reisin. En övünerek anlattığı şeylerden biri , “ Dr. Şefik Hüsnü ile taban tabana yattım” diye başlayan anılarıydı. TİP kurulduktan sonra da siyasi legal parti hayatı ölene dek öylece devam etti.
Ben onu tanıdığımda Can Yücel ve Edip Cansever ile siyasi yoldaş olan, birlikte çalışan bir “nefer”di, kendine öyle derdi. En güzeli de kıymetlimiz, çok sevdiğimiz şairimiz Edip Cansever’in herkesin hakkında farklı bir düşüncesi ve yakıştırması olan “Bir mendil niye kanar?” sorusunu sorduğu dizenin cevabını verecek öznedir Ahmet Titiz. Bunu öğrendiğimde ona olan duygularım çok daha güzelleşmişti, hayranlık duyacak biri olsaydım hayran olurdum, evet… O büyük şairin seslendiği insanın alçakgönüllü, sıradanlığı içindeki sıradışı yaşantısını görseydiniz, neden başka birine değil de ona böyle bir şiir yazıldığını anlayabilirdiniz. Ben anlıyorum.
Ölene dek her 1 Mayıs’ta toparlanıp bir gece “misafir edilen” Ahmet amcamız… Çok genç olmayacak bir yaşta, bir hapisle diğerinin arasında fırsat bulup evlendiği ve çok sevdiği bir eşi vardı reisin. Ona “reis” derdik zira ben onu tanıdığımda balıkçılık yapıyordu. Ancak esas mesleği terzilikti. İyi de bir terziydi. Kadın-erkek herkesin her türlü giysisini dikebilirdi o günlerde bile. Kocaman , eski model bir sanayi makinesi vardı, üzeri her daim onarılacak, yeni bir kumaştan kesilmiş ya da tadilata bırakılmış şeylerle doluydu. Fırsat bulduğu bir zaman dilimi olursa yapardı. Bazılarının aylarca üzerinde durduğu olurdu. O makinenin üstünde duran el büyüklüğünde kartonlara yazılmış “Tekneye iniyorum, yarım saate dönerim” ya da “Üsküdara gittim, akşama dönerim” notları da olurdu. Eve girmeye gerek kalmadan hangisini cama dayamışsa görürdünüz. O yoksa yenge de yoktur zaten, birlikte giderlerdi her yere.
Eşi, Rabia teyze, herkes ona “yenge” derdi, çoğu adını bilmezdi bile. Ben de hiç sevmediğim bir hitap olsa da onlar gibi yenge derdim. Reis ona “babik” derdi, artık ne anlamı vardı bilemiyoruz. Öyle sevmiş ki, yine kendi deyimidir, “eşinden kaçırıp evlenmiş” onunla, övünerek anlatırdı. Elbette kendisi de çok sevilen ve üstüne titrenen bir eşti. İlk evliliğinden bir kızı vardı yengenin, reis de ona kızım derdi ve severdi. Kendi ailesinden yakınlarını pek sevdiğini söyleyemem, hepsi de yüksek rütbeli subaylar, bürokratlar falandı. Hiç görüşmezdi onlarla, sınıflarını sevmediğinden. Kendinden hep “komsomol” (Leninist genç komunist) olarak söz ederdi gençliğini anlatırken. Sonraki anılarında da “yoldaş”ları olurdu.
(Babik, Reis ve dostları)
Neyse, az-çok yaşantısından anlatayım yine. Yenge ile ilk zamanlarında bir teknede yaşamışlar. O hapisteyken yenge bakmış ona. Sonradan oturdukları yer, gecekondudan dönüşüme uğramış, dört ailenin ayrı ayrı dört dairesi bulunan bir yapı idi. Diğerleri derli toplu idi ama onunki farklıydı. Duvarları doğru dürüst sıvanmamış, yerleri beton bile olmayan şap haliyle kalmış, mutfağı-banyosu her yeriyle tamamlanmaya ihtiyaç hisseden bir ev. Kapısı asla kapalı olmayan, ihtiyacı olan herkese açık bir yer. İki oda bir holünde, küçücük mutfağı , balkonu ve bahçesinde sürekli birileri dolanan bir ev, “full house” tabiri o ev için icat edildi sanki. Yenge bazen şikayet ederdi, “Yani kocamla iki laf edip bir dertleşecek zamanım yok, hasta olsam yatamıyorum” diye , gerçekten de soluksuz bırakırdı herkes her yerden onları. Ama Ahmet amca asla rahatsız olmazdı bu hareketli kalabalıktan.
Evde iki üç kişi olduğumuz zamanlarda tedirgin olurdu, “Birinin kalbini mi kırdık acaba, çocuklar niye gelmedi “ diye. Gelen her genç ve ortayaşlı kişi çocuk diye anılırdı onun tarafından. Bazen Fransız, bazen Hollandalı, bazen Rus … konukları olurdu. Öğretim üyeleri, avukatlar, doktorlar, öğretmenler, çeşitli sanatçılar, fabrika işçileri, temizliğe giden kadınlar… her kesimden insanlar gelir giderdi. Hepsinin özelliğini ve sevdiği şeyleri aklında tutardı yenge ve o, şaşardım. Her gelen onlara az ya da çok işe yarar bir şeylerle gelirdi. Anısal şeyler, yiyecekler…
Ne varsa ya da yoksa paylaşılırdı. Yirmibeş kuruşun hesabının yapıldığı yurt hayatımdan sonra bana çok tuhaf gelmişti bu ama alışmıştım. Bir çanağı vardı eski büfesinin üstünde. İçinde para olurdu her daim. Herkes oraya para eklerdi, bazen de ihtiyacı olan ihtiyacı kadar alırdı. Para onun için bir şey ifade etmezdi. Nasılsa yaşam bir şekilde sürüyordu, “gerisi hikaye” idi onun için. Tuttuğu balıkları asla satmazdı ben onu tanıdığımda ama sattığı ve hapiste olan dostlarının (genellikle edebiyatçılar falandır onlar, biliyoruz) ailelerine yardım için götürdüğü parayı elde ettiği zamanlar da olmuştu. Balıkların yanında verirdi onları da, ama onlara “uğrayış” nedeni aslında para da bırakmaktı tabii ki o güzel adamın.
Bir gün babamın benim düşüncelerime karşı olan, ters bir adam olduğunu söylüyordum ki hemen sözümü keserek “Sakın, babam balık tutar diyorsun bir de kötü adam diyorsun… İkisi bir arada olamaz, hem seni yetiştirmiş bak, o adam kötü olur mu hiç?” demişti ve bunu uzun yıllar düşündüm sonradan. Hiç kimse hakkında kötü konuştuğunu duymadım zaten ama bazı siyasilere söverdi, iyi de söverdi hani.
Hayvanları severdi, bahçesinde yumurta için beslediği tavukları vardı, tavşanları da vardı. Tavşan sülalesi Leonid Brejnev’in hediyesi olarak Sovyet Rusya’dan gelmişti. Bir çiftten yıllar içinde bahçesini tarumar eden bir tavşan ordusuna dönüşmüştü tavşanlar. Çocuklara hayvan sevgisi için armağan ettiğini bilirim. Ölümünden sonra öksüz kaldılar…
(Brejnev’in hediyesi tavşanlar)
Bostan dediği küçük bir bahçede her şeyi ekerdi, taze taze onları da balıklar gibi paylaşırdı tanıdığı herkesle. İlk oğlumun hamileliğinde de, Paşabahçe’ye taşındığımız halde haftada iki kez bana balık getirirdi, lüfer. Et alacak param olmadığını biliyordu ama hiç de yüzüme vurmadı bunu. “ Özledim kızımı, geçiyordum, uğradım”larındandı güya… Asla unutamam o güzelliğini, oğlum çok sağlıklı doğdu. Onu her gördüğünde çok mutlu olurdu reis dedesi.
Çok tutumlu bir insandı Ahmet amca. Üzerine yazı yazabileceği hiç bir şeyi atmazdı ve şekilde tuttuğu bir dolu notu vardı. Sigaraların paket kağıtlarının ters çevrilmiş haline tuttuğu notlar vardı mesela. Kese kağıdına, paket kağıdına tuttuğu notlar, çizdiği resimler bile vardı. Her yıl bir ajanda edinir günlük yazardı. Kimler gelmiş, ne olmuş, o gün ne hissediyorsa… Kısacık notlar ama işte tam da onlar Ahmet amcadır ya.
Eski ve tozlu büfesinin içinde ve duvarlarda her zaman irili ufaklı fotoğraflar olurdu sevdiklerinden. Bazen bir düğün, sünnet davetiyesi de. Kutularca fotoğraf kaldı o dünyayı terkettikten sonra. Yıllar içinde bazılarını tandığımız bazılarını da hiç bilmediğimiz insanlarla olan fotoğraflar, kendinin olmadığı fotoğraflar. Çoğunun arkasında notu vardır. Ama en çok kırklı yılların ortalarında, Yunanistan’dan kaçırıp yurda getirdiği ve sonradan tekrar geri dönen Panayot amca ve ailesinin çeşitli yıllara ait fotoğrafları var. Kendisi Ahmet amcayı arada ziyaret ederdi o ölmeden önce.
(Yunan Panayot Amca’nın gönderdiği fotoğraf)
Bir defasında parmağına bir kaza sonucunda müdahale edilmek zorunda kalınmıştı da “Kes yahu, nasılsa ondokuz tane daha var” demişti doktora. Bir kere de boğazında bir sorun olmuştu, hepimiz kanser sanırken saplanan bir istavrit kılçığının yarattığı sorun çıkmıştı. Gülmüş ve “Bir balıkçının boğazından kanser değil çıksa çıksa kılçık çıkar” demişti. İçki içmek gerekince keyifli içen, ölene dek sigarayı terketmeyen biriydi o. En önemli rahatsızlığı geçirdiği zatürree idi ve nüksedince kaybettik zaten onu.
Ahmet amcayı anlatmak çok zor ve çok zaman istiyor yazmak için. Sonraya bırakarak onunla ilgili bir kaç şey daha yazıp sonlandırayım bari. Ondan komşusu olduğum birkaç yıl içinde çok şey öğrendim ben. Öncelikle hayatı yavaşlatmayı ve sakin olmayı, önyargısız olmayı… Bu hiç de küçümsenecek bir şey değil. Yaşamın değerini de ondan öğrendim… İstavritlerin kekikle daha lezzetli olduğunu da mesela… Zargana’ların suyun yüzünde uyuduğunu da, geceyarısı Çubuklu’da kepçeyle avladığında. İlk su yılanını o gösterdi bana Göksu’da tekneyle gezerken, ilk su samurunu da.
Üzümden şıra yapmayı da ondan öğrendim, bazı deniz balıklarını ve midyeyi temizleyip pişirmeyi de. Halat fabrikasının yakınındaki alanda seramik yapan insanlarla da beni tanıştıran odur, onun sayesinde tornaya geçmiştim birkaç kez. Yamuk-yumuk yaptığım bir şamdan hala duruyor o günlerin anaısına. Göksu ve boğaz anılarımız apayrı bir hikaye zaten. Yaz mevsimi kim gelse uzaktan, mutlaka çoluk-çocuk tekneye doldurur bir boğaz gezisi yapardı. “Çakar”ları da ilk ondan duydum.
Birkaç kez tehlikeler de yaşamadık değil hani ama o hep sakindi. Özellikle çocuklar korkmasın diye her durumda sakin ve eğlenceliydi Ahmet amca, çocukları çok severdi. Çocuğu olarak doğan kimse olmasa da o herkesi kendi doğurup bağrına basmıştı bir kere. Ne tuhaf bir tesadüftür ki, bir çocuk bayramında dünyayı terkedip ondan dört yıl önce giden Babik’e kavuştu. Vasiyeti denize atılmak iken dinen caiz değildir diye yapamadık, izin verilmedi ve Küçüksu’daki mezarlıkta iki ağacın arasında uyuyor şimdi. Evini de yan komşusu satın almış kızından. Teknesine bir süre balıkçılar sahip çıktı sonra ne oldu ben bilemiyorum… Bildiğim bir şey var ki; ne evini ne de teknesini merak etmiyordur. Olsa olsa çiçeğini, sebzesini, hayvanlarını gözetemediğine üzülüyordur bir yerlerden bizi görüyorsa… Denizi, Göksu deresini, dostlarını özlüyordur. Belki o da bizim onu özlediğimiz kadar bizi özlüyordur kimbilir?
Videoyu izlemek için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız
MENDİLİMDE KAN SESLERİ
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
— Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben —
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.”
Edip CANSEVER
İstanbul’a Seyahat
Eşsiz bir kültür turizmi yaşamak, tarihin bambaşka köşelerinde gezinmek, tatilinize tarifsiz güzellikler katmak için, seyahat planlarınızı İstanbul’a yapın.
İstanbul seyahatinizde nerede kalacağınıza, nereleri görmeniz gerektiği, neleri tatmanız gerektiğine dair bilgiler almak istiyorsanız bize mail atabilirsiniz. Kalabileceğiniz otellerden, yemek yiyebileceğiniz mekanlara, gezi rotanızdan, eğlence alanlarına kadar her konuda bilgiyi arkadaşlarımız karşılıksız olarak size vereceklerdir. Şimdiden iyi tatiller, iyi eğlenceler…
sehrinhikayesi@gmail.com