İhtiyar Durak
Şubat 11, 2020
Sirk
Şubat 11, 2020

Haşerelerim

HAŞERELERİM

Sustular biliyor musun? Daha dün benimle aynı sofrada oturup derdime kendi dertleriyle ortak olanlar, haykırmak falanda değil asice, usulünce söylemek vakti geldiğinde ortak meseleyi, hayretler içerisinde bırakarak beni, sustular. Bu suskunluğun, derdime bir çözüm ümidiyle ve dinç bir zihinle verdiğim hak mücadelesinde bana etkisi, özellikle yüzümün planlananın aksine grururla parlamaktansa bu rezil durumun ağırlığından utançla kızarması oldu. Nasıl söylesem bilmem ki, öfke bile hissedemedim onlara. O odaya önümde bir insan evladı, ardımda bir insan evladı girdiğimi sanırken, konuşmanın ilerleyen safhalarında bu iki dost bildiğim insan evladı, insan suretlerinden sıyrılıp birer zararlı haşereye dönüştüler her söylemlerinde bir parça daha. Ve akla mantığa sığmaz bu durum, karşılarına hak aramak üzerine çıktığımız iki başka zararlı haşerenin anlamlı gülümsemeleriyle bir tek benim derin bir acı duyduğum, diğer tüm oda canlılarının büyük bir keyif aldığı bir duruma dönüştü. Oysa daha bir gece önce ertesi günün nutkunun üzerinden beraberce geçiyor, kadehlerimizi cesaretin, aklın ve hakkımız olanın şerefine kaldırıyorduk. Birbirimizin gözlerinin içine gülüyor, dostların yanında haklı bir mücadele verecek olmanın heyecanı ve gururuyla keyifleniyorduk.
Bitti ise benim için şimdi sahiden insanlık, işte bunun en büyük sebebi bugün ortasına düşmüş olduğum yalan çukuru değil, dün gece kazılmakta olan bu çukura farkında olmadan salladığım kazma küreklerin pişmanlığıdır.
Tarih böyle bir günü kaydı altına alsın yahut almasın, benim hafızam gün gelirde aktarılırsa bir şekilde kağıda, en kaliteli matbaa baskısından çıkma bir netlikle yazılmış olacak herşey. Oda içi hadisesinin zihnimin duvarlarındaki karşılığı eski insanların mağara duvarlarına kazıdıkları kadar uzun ömürlü olacak. Çünkü asla unutmayacağım bu günü. Biri evli ve iki çocuk babası, biri evli ve üç çocuk babası iki yetişkin insan evladının benim dürüst gözlerimin huzurunda işlemiş oldukları bu adi suç, asla silinmeyecek hafızamdan. Ve insan onuruna dair ne biliyorduysam bugüne değin, tümünde toplu bir değişim yaşanacak muhakkak.
Zaman zaman kendimi onların yerlerine koyuyorum ve çocuklarının gözlerine babalarının gözlerinden bakmayı deniyorum ama olmuyor. Çocuklara bunu yapamıyorum. Koltuk altımda ekmekle girdiğim bir kapının ardında, tüm gün hayatını yaşadığım adamdan başka bir adam olamıyorum. Evin kalabalığında, uğurlarına tüm hayatımı feda edebileceğim, yapmakta olduğum her ne varsa bin katı fazlasını onlar için yapabileceğim, onlarsız bir geleceği ihtimal dahilinde bile göremeyeceğim, kanımdan ve canımdan ailemin içinde daha çok insanlaşacağıma bir puta dönüşüyorum.
Ama onlara aynısı olmuyor sanıyorum. Onlar kendi iğrenç kişiliklerini öyle güzel örtüyorlar ki ustaca işlenmiş maskeleriyle, evin masum halkı hiçte zorlanmıyor onların bu çirkin yüzlerinden bihaber olmakta. Nasıl zorlansınlar ki şayet sahiden masumlarsa? İnsan denilen modern canlı, bir kadın ve bir erkeğin eseri. Ve sanıyorum ki hiçbir dilde annenin ya da babanın anlamsızlığı söz konusu değil. Demek ki bilince sahip olduğu andan itibaren bir çocuk için belki bir üçüncü olarak kardeş sınıfı dahil edilebilir ama önem sıralamasında istisnai birtakım hayatlar hariç anne ve babanın yerini hiçkimse alamaz.
Şimdi sigaramın külünü izliyorken düştü düşecek, bir insanın tükenişinden çok daha anlamlı geliyor. Neyin önemi kaldı artık bilmiyorum. Eve hiç gitmesem, bir daha hiç konuşmasam, aynaya bakmasam. Yarın olsa bir an önce ama bir şey değişeceğinden değil, bugün dün olacağından artık ve dünün acısının bugünkünden hafif olacağından. Yahut benim bu derin acıya katlanma gücümün artacağından bir ümit. Asla eskisi gibi olmayacak oysa biliyorum. Onlar buna uğraşmazlar bile, ikibin yüz bile takınabilirler çünkü. İkiyle yetineceklerini hiç sanmıyorum. Peki ya ben bir tek yüzle, bu benim tahminimce en az ikibiner yüzlü zararlı haşerelerin arasında nasıl yaşarım bundan sonra? Yenilmiş olmanın verdiği hiçbir etki yokken üzerimde, kafatasımın içinden çıkmak arzusunda olan tehlikeli fikirlerim var şimdi. Hiçbir şey yapmamak oyununu büyüterek başlatacağım ve sonrasında hiçbir şey yapacağı akla gelmez bir adam olduğum vakit, akla zarar işler yapacağıma dair fikirlerim.
Tokuşturulan tüm kadehleri hatırlıyorum o gece. Herbiri için tekrar edilenleri ve ikibiner yüzden o gecenin nasibine düşenleri. Hatırlıyorum ve hiç unutamayacağım kadar büyüttüm onları zihnimde. Zararlı haşerelerin tüm mimikleri ve harf harf ağızlarından çıkan ne varsa o gece, ömrümce hiç zorlamadığım kadar zihnimi zorluyor ve hatırlıyorum. Ve bütün bunları sigaramın külü dudaklarımın hareketsizliğine sebep uzayıp giderken yapıyorum. Gözlerim o odanın içinde geziniyor sürekli. O zaman dilimine ait bir parça gibiyim sanki ve sonsuza dek bu aitlikten kurtulamayacağım. Benim ağzımdan çıkanların odanın sessizliğini bozan ilk cümleler olması ve benden başka hiçbir insan evladının konuşmama noktayı koymamdan sonra konuşmaması, sadece hâkim ağızlardan çıkan arsız savunmaları ikibiner yüzden biriyle tasdik.
İçeride ne kadar kaldım? Pencereler kapalıydı. Dört haşere ve ben aynı döngüdeki havayı solumaktaydık bir süredir. Ta ki ben hüsranın ve şaşkınlığın verdiği donuk hâlden kurtulupta idrake başlayıncaya dek. İşte o andan sonra hiçbir esintinin söndüremeyeceği kutsal bir ateş yandı içimde. Masalarına mıhlanmış iki doğal haşereyi zaten tek bir vücuda bağlı iki başlı olarak görüyordum ya, benim bir gece öncesine kadar insan evladı olan oysa şimdi haşere dostlarım da artık gözümde birbirlerinden ayırt edilemez bir durumdaydılar. -Külde çekecek bir şey kalmayınca dudaklarıma bir sıcaklık geldi ve bıraktım nefes almayı bir süre-. Garip bir boşlukta oda içi nesnelerinin bundan sonraki hayatıma etkileri listeler hâlinde sıralanmaya başlıyordu önümde. İki paralel masa vardı ve başhaşere temsilcileri tarafından kullanılıyorlardı mesela. Otoriteydi masa. Koltukları temsilci haşerelerin, deri kaplıydı. Uşaklara aitlerdi belki fakat uşakların değeri başhaşereye yakınlıklarına göre artıyordu. Masaların ardı otoriteye aitken, kapıya bakan yüzleri alt sınıfındı ve biz o sınıfa dahildik. Birer toz zerresiymişizcesine kapıya mümkün olduğunca yakındık. Olur ha süpürülmemiz icap ederdi, işi zorlaştırmamak üzere tasarlanmalıydı her şey. Bizim sandalyelerimiz vardı bir de. Asla bizim olmayacak ve olamayacak mülklerin tümünde vardı belki, deri koltuklardan daha alçakça ve kesinlikle tekerlekli değil. Çünkü oturarak ilerleyememeliydik biz. Hareket sanki sadece bize ait bir gereklilikti. Haşere olmak derece derece hareket gereksinimini de azaltıyordu yani. Başhaşereyse o kadar hareketsizdi ki hayalimdeki resmi doğal olarak çerçevesinin dışına taşıyor ama o haşerebaşı olduğundan hemen daha geniş bir çerçeve ayarlanıp haşerebaşının doğaya uyumsuz iriliği gizleniyordu.
Dünde bu yoldan yürümüştüm ve dünde benzeri şeyleri düşünmüştüm yol boyu. Bir ailemin olmaması, yarın ölsem ardımdan üzülecek kadar samimi bir dostumun bile olmaması, ilk gençlik yıllarımın bir kaç başarısız denemesi hariç kadınlarla aramın hep bir resmiyet içerisinde geçmesi ve benim bu gidişe bir dur deme kararı almam. Ama bunu sürekli yapıyor olmam. Dünyamın başıma yalnız bir kere değil, diğerlerinin hayatın akışına dahil saydıkları basit meselelerde bile defalarca yıkılması. Tuhaf diyorum genellikle bu duruma. Doğuştan mı böyleyim, sonradan mı oldum bilemiyorum.
Çocukluğuma dair hiçbir şey hatırlamıyor oluşumda tuhaf. Hep öncesinde ne vardı diye merak edersem bir sonu olmadığının farkındayım fakat bu kadar yakınındayken unuttuğum zamanın, kaybolmakta tuhaf.
Bazen çalışırken oluyor ama her zaman değil. O gecenin kelimelerinden biri bambaşka bir konuda kullanılırken dikkatim dağılıyor. Sıcak oluyor hava. İçimse buz kesiyor. Hiç olmazdı bana, gözümde seyiriyor. Bir önceki günü bile hatırlamazken çoğu zaman, asla unutamıyorum bazı şeyleri. Kendimin içinde yaşadığım ve kendimin dışında yaşadığım olmak üzere iki hayatım var sanki ve ben bölünüyorum sürekli. Yeni yeni benler çıkıyor ortaya. Herbirinin aynı konuda farklı fikirleri oluyor. Ama birbirleriyle kavga etmiyorlar. Odanın içinde oluyorum bazen. Ama kendi içimde değil. Haşerelerden biri oluyor ve susuyorum. Kendi gözlerimdeki şaşkınlığı haşerenin içinden daha çok nefret olarak görüyorum. Haşerenin içinde kaşınmaya başlıyorum sonra, suskunluğumun ortasında tam da odanın ortasına kusuyorum. Sonra diğer üç haşerede kusuyorlar, bir tek o an içinde olmadığım ama gerçek ben olan ben kusmuyor. O hâlâ fazlasıyla öfkeli ve galiba böyle şeylerin aslında insan uyuyorken olması gerekli. Çıldırmak üzereyim ve çıldırmamak üzereymiş gibi yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. Yoksa yanlarına kalacak tüm bu yaptıkları haşerece şeyler. Öfkeden kudurmak pahasına stratejik birtakım adice hamleler yaparak, kendi silahlarıyla vurmak niyetindeyim onları. Ama bunun sonucunda şayet kendimde bir haşereye dönüşürsem, ele geçirip alt üst etmek istediğim sistemin bakiliği bir kez daha perçinlenir ve asıl ben, başkalaşarak alt üst olmuş olurum.
Niye sustular ki sahi? Daha bir gece evvel, -zamana dair daha eskiye ait bir kaydım zaten yok- devrim hazırlığındaydık üç kafadar. Masa tam devrim masasıydı. Ellerimiz işçi elleriydi ne güzel. Duvarlarda büyük şairlerin resimleri vardı, birkaçınında şiiri. Tabi bizden başka kadeh kaldıranlarda vardı ve usulünce her kim ki en ayık, masasında ses biraz yükseliyor,o masaya çevrilen yüzlere zoraki gülümseyip kadeh kaldırıyor ve şerefe diyordu. Bizim gibiler için tam da devrim öncesi bir hazırlığın son kez üzerinden geçilecek bir yerdi. Özgürce temizlenirdi boğazlar ve nutku üç eşit parçaya ayırmış üç kafadar, okurlardı birbirlerine sıra sıra. Ve alkış kıyametlik bir durum hiç olmamasına karşın, ‘güzel oldu’ dedi mi dostun biri ve diğeri de bakışlarıyla bile tasdiklese bu yorumu, gece yeniden kurtulur, devrim öncesi zafer yine devrimcilerin olurdu. Bu aslında tozpembe bir hayaldi ve bunca okumuşun tozpembe bunca hayale yine bunca aldanışı akıl alır bir iş değildi. İnanmak istiyorlardı insanlar şüphesiz, biliyordum bunu. Ama aynı inancın aynı şekilde binlerce farklı zihin tarafından aynı bağlılıkla kabulü, en çok tarihe ihanetti. Niçin öğrenemiyordu insanlar bunu?
Odada aslında bir tek ben konuştum. Nezaket içerisinde tüm sorunları birer birer sıraladım. Emindim ki, sorsan emin misin diye dostlarından, göz göze gelmeyi ihanet sayardım dostlarımla, öyle emindim. O yüzden tek vücut varsaydığım ve doğal düşman bildiğim temsilci haşeriyete baktım hep. Haşerebaşının emirlerini yerine getirmekle görevli yavru haşereler, sükûnetle dinlediler beni. Ve ben işin garibi, yine bir gece öncesinin devrim gazından olacak, öyle güçlü bir inanca sahipmişim ki, mantığa sığmaz bir sükûneti doğal düşmanın doğal bir hâli sandım. Normal bir zamanda utanılacak şey. Planlı bir organizasyonun ilk etabında, yokuş aşağı gidiyormuşçasına rahatken, üzerinde plan yaptığımız haritada olmayan ara sokaklardan yokuşa bazı bağlantılar oldu ve bu bağlantılara benim devrimci haşerelerim de hiç şaşırmadılar. Ellerinde birer kova su varmışta, yanan dostlarını söndürmüyorlarmış gibi bile değil, bir döndüm ki ardımı birinin elinde ateş birinde benzin. Böyle geniş hayalgüçlü haşerelerimde olsun isterdim fakat kabahat onların değil, onları hiç zorlamayan benim. İhtiyaçları olsa dillere destan oyunlar çıkarırlardı biliyorum, tabi gerek kalmadıysa buna, bu benim devrimin olacağına üstelikte onlarla birlikte olacağına körü körüne inanmam sebebinedir. Niye sustular ki diyorum ya hani, niye konuşsunlar ki? Ben nutkun tamamını kendi eserimmişim gibi sahnelemişken, onlar susarken doğaçlama geçmiş devrim hayallerime dair ne varsa haşerebaşının müdüri temsilcilerine silah gibi kullanmışken. Yani bataklığın içinde hiç olmazsa etrafta birileri var diyerek iyice debelenmiş, ne kadarımın yitirilmiş olduğunun farkına varamamışım. Göz göre göre, adi bir senaryonun başrolü olmuşum. Kendimi kahraman sanıyorken seyircinin gözünde şaklabana dönmüşüm.
Şimdi yapılacak tek şey bir daha denemek. Gerekirse yalnız bu sefer. Çok daha uzun zaman alacak bir yol ile ve deminde belirttiğim gibi sağlam bir stratejiyle ve kendi silahlarıyla onları vurarak şaşkına çevireceğim detaylı bir planlama ile.
Anladım ki kahramanlık bana göre değilmiş. Anladım ki kahramanlık tek bir insan işi değilmiş. Bakmayın siz öyle anlatılageldiğine. Asıl kahramanlık savaşmaktır sırtın sıvazlanmasada ve üzerindeki toz silkelenmesede uşaklarca.
Aldanmamak kahramanlıkmış; mesele ne olursa olsun idraki en zor konuda bile, en güvenilir dosta bile. Her zaman kazanmak olası olsa onu da başarmakmış usulünce, adabınca fakat şükür ki kaybedenden de kahraman çıkarmış. Tekrar tekrar denemesini gururuna leke saymazsa şayet kibirli kahramanlarımız; bir gün mutlaka haşerebaşları koltuklarından edilecek,resimleri gerçek çerçevelere konularak halka gerçek boyutları gösterilecek, oda içlerinin otorite simgeleri adi birer putmuşçasına devrilecek ve temsilci haşereler başta olmak üzere onurlu bir başkaldırıyı saygısızca karşısında yer alarak değersizleştirecek her kim olursa olsun onlarda hak ettikleri lağım çukurlarına kavuşacaklar. Benim dost haşerelerimse, koltuk altlarında ekmekle girdikleri evlerinde bu sefer rahat hareket edemeyecek, maske takamayacak, ikibiner yüzlerindeki ikibiner kişiliklerini daha fazla taşıyamayacak ve kabullenecekler acı gerçeği: Sayıların ve gücün asla önemi olmadı. Biz daima haklıydık.
EYLÜL 2017

 

Yazarımızın tüm yazılarına ulaşmak için lütfen tıklayınız Oğuz SARITEPE

Anasayfaya dönmek için tıklayınız

Bizi facebook sayfamızdan takip edin

Comments are closed.