Mozaikler Yarışıyor
Şubat 11, 2020
Haşerelerim
Şubat 11, 2020

İhtiyar Durak

İHTİYAR DURAK

Ben bir otobüs durağıyım. Evet, yanlış anlamadınız ben yolcuların gelecek olan otobüsü beklemek için kullandıkları üç yanı ve üstü kapalı, kaldırım üzerine kurulu, yeşil ve sarı renklerle boyalı sıradan bir demir yığınıyım. Üzgünüm ama biraz yaşlıyım, üstelikte çok yorgun. Kimi zaman rüzgârdan alıyorum çevremle ilgili haberleri, çağın oldukça gerisinde kalmışım. Artık otobüs durakları çok daha şık ve kullanışlı diyorlar. Misal benim bir oturağım bile yok. Ama yine de memnunum hayatımdan.
Birkaç yıla kadar günde iki sefer sabahları ve akşamları eski bir otobüs uğruyor ve tek tük bulunan birkaç yolcuyu sayemde sağ salim teslim alıyordu. Ama artık o da yok. Rüzgârın anlattığına göre artık buralarda bir otobüs durağına ihtiyaç yokmuş. Çünkü artık halk burada yaşamıyormuş. Hemen aşağıdaki gecekonduların hepsi yıkılmış ve yerlerine daha çok parası olanlar için villa denilen büyük evlerden yapılmış. Ben rüzgârın yalancısıyım tabi ve bu evlerde yaşayan insanlarında otobüslere ihtiyaçları yokmuş. Hepsinin kendi özel araçları varmış. Bazen görüyorum, geçiyorlar önümden, ama daha çok arkadaki geniş yolu kullanıyorlar. Tabi bunun suçlusu birazda şu huysuz asfalt. Onunla aram epeydir açık.
Hiç bakmıyor kendine, iyice salıvermiş, yüzeyi çukur ve çatlaklarla dolu. İnsanlarda hâliyle pahalı arabalarını bu kötü asfalttan geçirerek riske atmak istemiyorlar. Ama bu durum asfaltın umurunda bile değil. Hatta hoşuna bile gidiyor. Bana bir keresinde sen beni anlayamazsın demişti. Senin üzerine yağmur ve kar damlasından başka bir şey değdiği yok. Hiçbir ağırlıkla muhatap olmuyorsun. Oysaki ben her gün yüzlercesi tarafından çiğneniyor, olmadık pisliklere maruz kalıyorum. Belki o da haklıydı. Ama kaderdi işte ne yapacaktık. Hem ona bakarsan sanki ben memnun muydum hayatımdan. Asfalt hiç olmazsa her yerdeydi.
Boyu öyle uzundu ki sanki tüm dünyaya uzanıyordu. Oysa ben öyle miydim? Yine rüzgârın anlatmasına göre benden de çok vardı, hem de bir sürü ama neye yarardı ki? Onlarla konuşamıyor, görüşemiyordum. Üstelik rüzgârla haberde yollayamıyordum. Çünkü savrulup gidiyordu rüzgâr. Benimle öyle uzun uzadıya konuşamıyordu. Hem konuşsak bile onca yıllık ömrümde daha hiç aynı rüzgârla iki kez karşılaşmışlığım yoktu. Yani bir geri dönüşü olmayacaktı gönderdiğim selamın. Bu da canımı sıkıyordu. En iyisi durumu kabullenmekti ve ben de öyle yapıyordum.
Kimi zaman insanların okudukları ve dünyayla ilgili hemen her şeyi haber aldıkları gazete denilen şeylerden getiriyordu rüzgâr bana ve bırakıyordu gövdemin içine. Ben de hiç olmazsa ona bakıyor ve etrafımda olup bitenler hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Mesela şu bıyıklı adam! Kimdi sahi o? Bütün gazetelerin üzerinde resmi vardı. Kiminde gülümsüyor, kiminde ağlıyor, kimindeyse bir hayli kızgın oluyordu. Sanırım önemli bir insandı. Bazen tek tükte olsa birileri ellerinde gazetelerle önümden geçiyor, bazen yağmurda bana sığınıyorlardı ve genelde ondan nefret ediyorlardı insanlar. Onun resmini görünce hakaretler yağdırıyor, hemen diğer sayfaya geçiyorlardı. Fakat ilginçtir ki onu sevenlerde vardı. Onun resmini öpüp başına koyanlar bile. Yağan yağmurdaki rahmet denilen sözcüğün onun sayesinde gönderildiğine inananlar bile vardı.
İşte yine geliyorlar. Ne kadar da mutlular. Bu iki genç sürekli el eleler. Genç adam her akşamüzeri genç kızı elini sıkı sıkı tutarak önümden geçiriyor, bir süre sonrada bir sigara yakmış ve düşünceli bir hâlde geri geliyordu. Bir gün dayanamayıp asfalta sormuştum olanları. Beni tersleyeceğini düşünmüştüm fakat öyle olmadı. ‘Aşk’ dedi asfalt. Daha önce hiç duymadığım bu kelimeyi söylerken derin bir iç çekmişti. Ama açıklamasını istediğimde oralı olmadı ve ben de üstelemedim tabi.
Ne garipti şu insanlar. Kimileri gözümün önünde asfalta ve kaldırıma ve hatta benim gövdeme sürekli bir şeyler atıyorlar, kimileri de gece gündüz bu atılanları temizlemeye uğraşıyorlardı. Bazen yağmur biraz uzun sürüyor ve gövdeme sığınanların sayısı da artıyordu. İşte o zaman asıl görülmeye değerdi insanlar. Çünkü kendi hâllerinde ve yalnız başlarına gayet sakinken, nedense kalabalıklaştıkça huzursuzlaşıyorlardı. Sanki her biri bir diğeri için bir tehdit oluşturuyordu. Birbirlerine potansiyel hırsızmış, katilmiş gibi bakıyorlardı.
Bazen, özellikle gecenin geç vakitlerinde, birbirine sarılmış ve ayakta zor duran birkaç erkek gövdeme sığınıyor. Bazen sabahlıyor bazense birkaç anlaşılması güç şarkı söyleyip gidiyorlardı. Ama insanlarla ilgili en korkunç anım şüphesiz ki bu saydıklarımın hiçbiri değildi. O günü asla unutamıyorum. O günlerde henüz emekliye ayrılmamıştım. Günde üç hatta dört sefer otobüs uğruyordu bana ve her seferinde yolcu veriyordum ona. İşte o günlerden birinde, her günkü insanlarımın o sabah aynı olmadıklarını gördüm. Bu sefer ellerinde o sefertası dedikleri ve içine yemeklerini koydukları metal şeyler yoktu, bu sefer ellerinde üzerlerine bazı kelimelerin yazılı olduğu büyük bezler vardı. Sonra ne oldu bilmiyorum. Ama bir daha, o gün otobüse o şekilde binenlerin hiçbirini göremedim. Sonradan rüzgâra sormadım değil ama o da pek bir şey bilmiyordu bu sefer. Tek söyleyebildiği uzak akrabalarından gelen haberlere dayalı olarak bu vakitler dünyanın her yerinde benzer şeylerin olduğuydu.
Sonra tabi bir de asfaltın ‘işte yine geliyorlar’ diye her seferinde korkularına kapıldığı ve iş makineleri toplu adını alan araçlar geliyorlardı. Koca koca araçlar, birbiri ardına asfaltı çiğnerken onun attığı çığlıkları şüphesiz ki bir tek ben dinliyordum. Kaldırımın tuzu kuruydu biraz bu konuda. O da destek vermiyordu asfalta. Daha öncede söylediğim gibi çok garipti insanlar. Onları anlamak gerçekten güçtü. Buradaki ağaçların anlatmasına göre bundan yıllar önce ben henüz burada yokken ve onlar küçücük birer fidanken ne zorluklarla yapmıştı insanlar buralardaki evleri. Oysa şimdi çarçabuk yıkıyorlardı hepsini. Ben buranın eski hâllerini bilmediğimden bu konuda pek bir şey diyemiyordum ama ağaçlar anlatıyordu hepsini. Eski evlerde yaşayan insanlarda eskiymiş mesela. Şimdi ki yeni evlerde yaşayan insanlar gibi yeni değillermiş.
Manzaraya baktığın zaman şimdikine kıyasla belki berbat bir dış görüntüsü varmış bu evlerin ama nedense ağaçların daha çok hoşuna gidermiş o berbat görünümlü evlerde yaşayan insanlar. Daha sıcaklarmış onlar.
Şimdi mi? Artık çocuklar bile oynamıyorlar burada. Sahi ne oldu bu çocuklara? İnsanlar çocuklar olmadan yapamazlar. Bu doğalarına aykırıdır. Eğer eski insanlar gittiyse burası toptan ıssızlaşmadı ya, yenileri geldi şüphesiz. O hâlde çocuklar nerede? Neden oynamıyorlar burada? Neden asfaltın ortasına oturup dondurma yemiyorlar artık? Ya da benim gövdemi kale olarak kullanıp futbol oynamıyorlar? Ya da neden aslında daha önce hiç görmediğim ve asla görmek istemeyeceğim bir takım garip şeyler görüyorum şu sıralar? Çünkü çocuğa hiç benzemiyorlar onlar.
Ellerinde ne olduğunu anlayamadığım bir şey oluyor ve sürekli burunlarına götürüyorlar onları. Üstelik eski çocuklar gibi gündüz de değil, hep geceleri geliyorlar yanıma. Yo hayır bunlar çocuk olamazlar. Yoksa bunlar da yeni insanların eski insanlardan farkı olduğu gibi, eski çocuklarında yeni hâlleri mi? Yani artık çocuklar böyle mi olacaklar dünyada? Ama olamaz ki. Olmamalı! Hem neden olsun ki? Kim ister böyle bir şeyi? Hadi onu da geçtim, peki ya şu savaş denilen saçmalık. Şükür ki hiç şahit olmadım. O da nesi öyle. Rüzgârın anlatmasına bakılırsa öyle birer ikişer değil çokça çokça ölüyorlarmış insanlar. Peki, ama niye? Ve kimin işine yarıyormuş bu ölümler? Gerçekten anlayamıyorum.
Bazen gövdeme yazılanları da anlamakta güçlük çekiyorum. Gerçi bazıları tanıdık geliyorlar. Hani o gün otobüse binen o insanların ellerindeki bezlerin üzerinde yazılı olanlar gibi. İşte onları seviyorum. Ama diğerleri hiç hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar kötü kelimeler, bunu diğer insanların onları okuduklarındaki yüz ifadelerinden anlayabiliyorum. Ve bazen sanki suçlu benmişim gibi bana kızıp küfür ediyorlar, işte o zaman çok sinirleniyorum. Ama ne yapabilirim ki? Üstelikte niye yapayım? Ben sadece emekliye ayrılmış ve yıkılacağı güne kadar hiçbir işe yaramadan bekleyen eski bir otobüs durağıyım. Aslında bunları bile anlatamıyor olmam gerekirdi sizlere. Yani bu bile büyük bir lüks benim için.
İşte yine üzerimdeki yazıları okumaya çalışıyorlar, bu gece yarısı serseri görünüşlü şu alkolikler. Belki yine tekmeleyecekler beni. Belki de sadece küfürler savurup gidecekler. Yo hayır bu sefer başka türlü, bu sefer çok sinirlendiler. Uzun boylu olanı diğerlerine bir şeyler söyleyip yanlarından ayrıldı. Ne yapıyorlar acaba? O da nesi sokağın iki ucuna doğru koşturuyorlar. İyi de niye? Belki de gittiler. Peki, ama niye öyle koşarcasına uzaklaştılar ve niye her biri farklı yönlere dağıldı? Acaba ne yazıyordu gövdemde? Hangisini okumuşlardı ki? Heh, işte şunu! İyi ama bu benim sevdiğim yazılardan biriydi. Rüzgâra sormuştum anlamını ve hiçte öyle kötü bir şey değildi. Hatta rüzgârın okyanus aşırı bir akrabasından duyduğuna kalırsa çokta güzel bir şeydi ve bir gün mutlaka gerçekleşecekti. Şimdi biraz rahatladım işte. Bu yazıya kızmış olamazlar. Herhâlde başka bir dertleri var. Ama o da nesi geliyor işte o uzun boylu olanı. İyi ama diğerleri nerede? Heh, işte oradalar. Sokağın iki başında bekliyorlar. Birbirlerine garip el işaretleri yapıyorlar. Peki, ama bu uzun boylunun elindeki şey ne? Ne var onun içinde? Yoksa, yoksa ağaçların anlattığı o çok dumanlı ve sıcak şeyden mi olacak. Bir yangın! İyi ama niye? Kötü bir şey yazmıyor ki gövdemde. Hepi toplu kardeşlik, özgürlük, eşitlik benzeri şeyler. Yok, hayır bunlara kızmadı onlar. Bunlara kızamazlar. Bir insan nasıl olurda kızar bunlara? ‘Tüm halklar kardeş’ yazıyor gövdemde, buna nasıl olurda kızar insanlar? İşte başlıyor. Başlıyor işte. Dur, hayır yapma, dökme onu gövdeme. Dur yapma, pis bir kokusu var. Kötü bir şey olacak. Biliyorum. Yapma!!!
Ağaçlar başlarını başka başka yönlere çevirmeye başlamışlardı, kaldırım bu durumdan alacağı hasarın derdine düşmüştü. Asfalt tüm o yorgunluğuna rağmen bana yardım etmek ister gibiydi ama çaresizliği bu zifiri karanlıkta bile okunuyordu yüzünden. Peki, ya rüzgâr! O neredeydi? İşte başlıyordu. Cebinden çıkardığı o küçük metal, bir canavardı.
Basit bir el hareketiyle ona hükmedip, onda daha sonra büyük bir yangına dönüşebilecek küçük bir ateş yaratıyordu. Ve işte dokunuyordu gövdeme bu ateş. Ve büyüyordu hızla. Ve rüzgâr, belki de tek dostum rüzgâr, o estikçe daha da kızışıyordu alev. Tek dostum rüzgâr, belki de en büyük hainliği sen yapmıştın bana dünyayı anlatarak ve belki de şimdi acılarıma daha kısa sürede son vermek için hiç olmadığın kadar hızlı esiyordun. Sen estikçe, yangın büyüyor, sen estikçe gövdemden yükselen simsiyah dumanlar gecenin zifiri karanlığına daha da yoğun karışıyordu. Sonra ilk siren sesleri geldi, birkaç ufak çığlık ve yarıdan fazlası simsiyah olmuş gövdemin üzerine sıkıldı buz gibi sular. Ama neye yarar? Ne zaman bu kadar kötü oldular insanlar?
Ve ertesi gün geriye kalanım bir kamyona yüklenip götürülüyor işte. Kim bilir hangi çöplüğe? Umarım insansız bir yer olur. Artık istemiyorum onları. Ben o eski insanları istiyorum. Ama sadece iyilerini. Onlarında kötüleri vardı çünkü, hatırlıyorum. Gerçi bunun hiç gerçekleşmeyeceğini de biliyorum. O hâlde ne diye kurtardınız gövdemi yanmaktan? Bıraksaydınız da eriyip karışsaydım kaldırıma. Ne demeye yüklediniz beni bu kamyona ve nereye götürüyorsunuz? Bir bilinmeze mi? Bilmiyorum. Umurumda mı peki? Sanmıyorum.
AĞUSTOS 2015

 

Yazarımızın tüm yazılarına ulaşmak için lütfen tıklayınız Oğuz SARITEPE

Anasayfaya dönmek için lütfen tıklayınız

Bizi facebook sayfamızdan takip edin

Comments are closed.