Gökkuşağı Halkı
Şubat 11, 2020Beşiktaş Yolculuğu
Şubat 11, 2020
MENFAATSİZ
Hepsinin birer ismi vardı. Birer çiçek ismi; lale, gül, orkide hatta lilyum, ayçiçeği bile vardı. Ve birçoğu kendi seçmişti bu isimleri. Ben karışmamıştım bile. Sadece bir çiçek ismi seç diyordum, onlarda en sevdikleri, kendilerini en benzettikleri çiçeklerin isimlerini alıp kendi isimlerinin üzerlerine yapıştırıyorlardı. Onlar benim için artık Ayşe, Fatma falan değil gül, lale falan oluyorlardı. Ve her sabah onlara bedava hem de güzel uyandırma hizmeti veriliyordu tarafımdan. Beni iyi tanıyorlardı. Bunu niye yaptığımı hem biliyor hem de bilmiyorlardı. Aslında kendilerine birçok kez anlatmıştım sebebini ama belki de inanmak istemiyorlardı bu sebebe. Belki de fazla geliyordu onlara. Ama bazıları sahiden anlıyorlardı beni, belki de ben öyle sanıyordum. Kimileriyse yalnızca tadını çıkarıyorlardı bu işin. Hatta çoğu kez cevap dahi vermiyorlardı bana. Olsundu. Önemli değildi ki bu durum. Karşılık beklemiyordum zira çünkü çok önceleri fikren oturulup düşünülmüş ve sevginin asla bir karşılık olamayacağına karar verilmişti aklımca. Ve o gün bu gündür yalnızca sevilmek hatta bu doğrudan söylenmese bile ufacık bir parça hissettirilmesi yetiyordu bana. Düşünsenize, sabah uyanıyorsunuz ve mutsuzsunuz. Hem niye mutlu olacakmışsınız ki? Tamam, belki hayata küsmüş, acılar içinde kıvranıyor bir hâlde değilsiniz. Buna bir neden yok! Ama tabi ki daha güzel bir sabaha, belki daha geç bir saatte ve daha güzel insanlarla uyanmak isterdiniz. İşte ben bunu sağlıyordum size. Hayatınızda neyin yolunda gidip neyin gitmediğini bilmeden ve buna aldırmadan her sabah yüzünüze bir parça sahici gülümseme koyuyordum yahut koymanıza yardımcı oluyordum.
‘’Dünyaya bir alev düştü, derken bu alev bir yangına dönüştü ve bu yangın tüm sevenlere aşk oldu. Bir ismi var bu alevin ve bir de sureti. Ne tesadüf ki ismi senin ismin ve sureti de sensin. Günaydınnn…’’
Uyanır uyanmaz telefona bakma huyunuz yoksa bile, belki otobüste, belki otomobilinizde, belki de ofisinizde illa ki bakacaktınız o telefona ve görecektiniz yazdıklarımı. İşte yine garip ve mutlaka yüzünüzü güldürecek bir şekilde ve kesinlikle menfaatsizcesine(yani öylesine) günaydın diyordum hepinize. Ve siz bu mesajın yalnızca size ulaşmadığını çok iyi biliyor fakat bu sevgi çemberinde ortaklık ettiğiniz, üstelik birçoğunu tanımadığınız o insanların hiçbirini kıskanmıyordunuz. Çünkü beni iyi tanıyordunuz.
Peki, ama nasıl iyi tanınırdı bir insan? Artık öyle bir hâl almıştı ki bu durum, insanların hepsi şikâyetçiydi birbirlerini tanıyamamaktan, üstelikte aradan uzun yıllar geçmesine rağmen. Ne yapmalıydı peki? Yine de güvenmeli miydi insanlara, bunca kötülüklerine rağmen sonsuzca. Elbette ‘hayır’. Fakat elbette ‘evet’. Başka şansımız yoktu çünkü.
Güvenmek zorundaydık birbirimize. Eğer bir parça umut ışığı görünüyorduysa o uzun yolun sonunda, o zaman o cılız ışığı hayatımızdaki en büyük nimet sayıp sıkı sıkı sarılacaktık ona. İşte ben bu cılız umut ışığıydım hepiniz için. Peki, niye söndüm?
Size hep söylerdim ya hani, hayatım gırgır şamata diye. Niye öyleydi biliyor musunuz? Çünkü cahildim. Hâlen de öyleyim, inkâr etmiyorum ama şimdi ki hâlim o hâlimden daha az cahil. Bu az fark neye yol açtı biliyor musunuz sevgili çiçekler. Benim dünyada olup bitenleri görmeme. Dünyanın sizden ibaret olmadığını zaten biliyordum ya, bu durum okuduğum her metinle beynime, büyük acı veren koca bir çivi gibi çakıldı. Ve benim canım acıdı. İnanın ki acıdı. Hem de öyle bir acıdı ki, gözlerim ister istemez sizlerde gördüğüm eşsiz güzellikten aynaya kaydı. Ve aynada gördüğüm şey hiçte hoşuma gitmedi. Kendimi asalak sınıfına dâhil etmemse fazla uzun sürmedi. Bu olmamalıydı çünkü. Bütün bunları düşünebiliyor olmam bana bir ayrıcalık veriyor olmalıydı. Ve benim bu ayrıcalığı birkaç özel gördüğüm kişiye iltifat etmek üzere değil, ihtiyacı olan zihinlere umut ışığı üretmek üzere harcamam gerekiyordu.
Gelgelelim nasıl söylenirdi bu size. Bunu söylemenin şiirsel bir yolu vardı elbette. Ben de yazdım. Hiç yazmadığım kadar sert ve anlaşılabilir yazdım. Açık açıkta söylenmiyordu işte, belki de bu yüzden anlamadınız. Belki de fazla meşguldünüz. Ama olmadı. Anlaşamadık. Sonra sustum. Bu ikinci denememdi. Çünkü asla susmazdım. Bunu hepiniz biliyordunuz. Ve susmak üzerinizde büyük bir şok etkisi yaratacak siz de hemen neler olduğunu merak edecektiniz. Ama sonra ne oldu biliyor musunuz sevgili çiçeklerim, hiçbiriniz neler olduğunu merak etmediniz. Belki de çok mutluydunuz kendi hayatlarınızda. Bunun için nasıl kızabilirdim ki size. Yıllarca bizzat uğraşmıştım mutlu olun diye. Ama acıyordu içim sevgili çiçeklerim, anlayın işte. Kafamın takıldıklarının yanında, bir de gönlümün takıldıkları vardı biliyorsunuz işte. Ve yetememeye başlıyordum artık. Hani yetiyordum ya eskiden her şeye, bir süper kahramandım çünkü. Her zaman her şeye hazır ve her sorunun üstesinden gelebilecek, kötülüğün karşısında asla eğilip, bükülmeyecek bir süper kahraman. Ama dünya çok büyükmüş sevgili çiçeklerim. Bunu okudukça anladım.
Televizyon izlememeye başladım sonra. Vaktim yetmiyordu artık. Öyle her tartışmaya katılmamaya, hatta insanlar için önceden asla söylemeyeceğim bir şekilde ‘ne hâlleri varsa görsünler’ falan demeye başladım. Artık biliyordum kısacası, herkesi kurtaramayacağımı. Ve çok acı bir şekilde anlamıştım bunu. Zaten ne çocuksu bir hayalmiş meğer, bunu zamanla yalnızlaştıkça daha iyi anladım. Ve menfaatsizlik ne kadar da zordu. Çünkü kimsenin borcu kalmıyordu sana.
İletişimde bilinçli kopukluklar yaratmaya başlamıştım ve artık son aşamaya geçerek, alışması en zor olacaklarıda bu duruma alıştırmanın derdine düşmüştüm. Bu arada daha çok okuyor, daha çok üretiyordum. Ama eskisi gibi değildi ürettiklerim. Artık gerçekten tehlikeli şeyler yapabilirdim. Bu yüzden de kendimi mümkün olduğunca bu tehlikeye maruz kalmasını istemeyeceğim insanlardan yalıtmalı, ama üzülmemeleri içinde bunu onların değilmiş de sanki benim bir suçummuş gibi göstererek yapmalıydım. Nedensizde gidemezdim çünkü. İnanmazlardı. Beni iyi tanıyorlardı. Ya da ben öyle sanıyordum.
Bilginin beynimde birikmesi, yazmayı ve daha çokta yaşamayı güçleştiriyordu. Nasıl yazacağını düşünmekten çok daha zor bir şeydi şüphesiz nasıl yaşayacağını düşünmek. Çünkü bir anım bile boşa geçsin istemiyordum artık. Ve bu bağlamda neredeyse etrafımda olan bütün aktivitelerden saf dışı ediyordum kendimi. Yalıtılmışlık bunu gerektiriyordu çünkü ama sadece yalıtılmışlık değildi bunun amacı. Ben artık sahiden de katlanamıyordum insanlara. Hatta bir zamanlar o çok sevdiğim çiçeklere bile. Kötülüklerinden değil. Asla değil. Sadece ilişkimizin karşılıklı yahut evrensel bir faydaya dönüşememesi problemindeydi sorun. Menfaatsizliğe her zaman evet demiştim kabul ama faydasızlığa asla razı gelemiyordum işte. Öylesine yapamıyordum ben hiçbir şeyi, bakmayın sürekli ‘öylesine’ dediğime.
En çokta ne zorluyordu beni biliyor musunuz? Bir isteklendirme(motivasyon) kaynağım olmayışı. Çünkü bu benim kendi işimdi. Bunu yıllarca ben yapmıştım insanlara. Ve bendeki bu ani değişimi anlamamaları belki de sahiden normaldi. Biliyorlardı akıllı olduğumu, kendi başıma idare edebileceğimi. Hatta belki de ‘nasıl olsa düzelir, ilişmeyelim’ diyorlardı kendi aralarında ve şüphesiz fazlasını da isteyemezdim onlardan. Bir kere bu istek kendi öz ilkeme aykırıydı. Yani yalıtılmışlık. Çünkü bu kaçınılmazdı. Onlardan daha fazla okuyor, onlardan daha fazla düşünüyor ve onlar yalnızca kendi hayatlarıyla uğraşırken ben tüm hayatlarla top yekûn uğraşıyordum, tabi ki onlardan yalıtılmış bir şekilde yalnızlığa gömülecektim. Tüm bunları hâlen onların arasındayken nasıl yapabilirdim?
Dediğim gibi önce şiirler değişti, sonra suskunluk başladı ve sonrasında da iletişim bilinçli olarak koparıldı. Sonrası ise zaten tamamı ile gizlilik ve bu gizliliğe dâhil her şey sadece beyinde saklı. Kısmen yazılı olanlar ise beynin sahip olduklarının oldukça azı. Keşke bunun daha kolay ve güzel bir yolu olsaydı. O zaman elbet onu da denerdim. Ama dedim ya vaktim yoktu. Bilinçlendikçe, bu bilince rağmen zamanı boşa harcamak daha büyük bir ihanet sayılıyordu adeta ve kendine yaptığın ihanet, kendi koyduğun ilkelere yaptığın ihanet, bir şahsa yapıldığında çekilen vicdan azabından daha çok acı veriyordu insana.
Şimdi ipler yalnızca benim ellerimde. Bilgi birikmeye devam ediyor, fikir üremeye ve çözüm yazılmaya. Bir gün yazımda uygulanmaya geçecek elbet ama daha erken. Onun için daha nice çocuklar büyüyecek. Konuşacaklar benimle. Sorular soracaklar bana. Yetiştireceğim onları. Kendim gibi falan değil hem de. Benim girdiğim o gereksiz menfaatsizlik yoluna asla girmeyecekler onlar, girmemeliler. Onların yolu yalnızca farkındalık ve buna bağlı faydacılık yolu olmalıdır. Çünkü dünyadaki her bilinçli kişinin tüm bilinçsizlere karşı sorumluluğu vardır. Şayet yoksa bile böyle bir sorumluluk, o hâlde ona şiddetle ihtiyaç vardır. Ve ben bunun farkındayım. Gülüp eğlenemem. Boşa harcayamam zamanı. Daha okunacak çok kitap, izlenecek onca film ve ortaya çıkarılmayı bekleyen milyonlarca fikir var. Diyorsanız ki hâlâ etme kendine bu zulmü, sana mı kaldı bu dünyanın tüm yükü, beni sahiden anlamamışsınız demektir. O hâlde varın sizlerde o çiçeklere dâhil olun, güzel güzel iltifatlar alın, gülün yahut solun. Benim bu işi başaramayacağım çok açık. Ben bunu biliyorum. Ama çocuklar başaracaklar. Bunu da biliyorum. Tıpkı şairimin hayali gibi; ‘Dünyayı vereceğiz çocuklara, hiç değilse bir günlüğüne’ ve onlarda bunu başaracaklar. Göreceksiniz sevgili çiçekler. Göreceksiniz başaracağız…
AĞUSTOS 2015