Notre Dame Katedrali – Haydarpaşa Garı
Şubat 11, 2020
Sevgi Bahçesi
Şubat 11, 2020

Sebep

SEBEP

‘Anlat’ dedi hâkim, ‘neyi?’ diye sordu adam. ‘Cinayeti nasıl işledin?’
İşte bu kısa soru-cevap cümleleriyle başlıyordu asıl hikâye. Çünkü sanılanın aksine mesele suçu asıl oluşturan konu olan ‘cinayet’ değil, bu cinayete temel oluşturan ve asıl sorunu hem de toplumsal olarak ortaya koyan ‘hayat’ meselesiydi. Belki başlangıçta kimsenin umurunda olmayan ve mahkeme tarafından yalnızca bir detay olarak görülen bu ‘hayat’ kelimesi, sonradan anlaşılacaktı ki 27 yıllık bir işkence serüveniydi. Bizim meselemizde bundan ibaretti zaten. Bizim ilgilendiğimiz konu, sanığın yargılandığı suç ve suçun şiddeti değil, sanığa bu suçu işleten asıl sebep olan yaşamıydı. Bakalım bu yaşamdaki ağırlıklı dram sanığın işlediği vahşice suçu mahkemenin gözünde olmasa bile, en azından bizim gözümüzde haklı çıkarabilecek miydi? Yani bizler, evlerinde oturan ve bir cinayet işleme olasılığı aya fırlatılan bir astronot olabilme ihtimalleriyle eşit olan sıradan insanlar, adaletin asla affetmeyeceği ve tabi ki de affetmemesi gerektiği bu vahşice cinayeti ‘evet biz de olsak aynısını yapardık’ diyebilecek kadar haklı bulabilecek miydik?
Şimdi mahkemedeyiz. Salon hıncahınç dolu. Çok merak ediyorlar insanlar bu davanın sonucunu. Hâkim soruyor; ‘neden öldürdün?’ ve adam başlıyor işte anlatmaya. Cümleler ağzından şiirsel bir güzellikte dökülüyorlar fakat içerikleri daha çok acı ve dehşet dolu. İnsanlar ağızları kulaklarında dinliyorlar onu. Başlangıçtaki öfke yerini daha çok meraka bırakıyor. Çünkü hikâye onları esir alıyor. Ve cinayet ana mevzuu olmaktan çıkıp hikâyenin ardında kalan bir detay oluyor. Adaleti temsil eden kesim tüm ciddiyetini korumasına karşın çoğu kez söyleyecek söz bulamıyor ve bu bağlamda sanık ister istemez haklı duruma geliyor.
Henüz üç yaşındayken ruh hastası aile bireyleri tarafından boynuna geçirilen bir tasma ile dolaştırılıyor evin içinde çocuk. Bu sahnenin insan aklında belirdiği andan itibaren ki etkisi, kan ve dehşet objeleri içeren çok ağır psikoloji ve gerilim dolu bir filmin sahnelerinden farksız ve kesinlikle daha gerçek. Üstelik ortada zihni avutabilecek herhangi bir sunuş biçimi de yok. Çünkü bu bir belgesel değil, bu gerçeğin ta kendisi. Adam anlatmaya devam ediyor. Kendisinden dört yaş büyük olan öz abisinin kendisine nasıl evde bulduğu çeşitli objelerle işkence ve tecavüz ettiğini. Ondan biraz daha büyük olan öz ablasının nasıl baş başa kaldıklarında onu çırılçıplak soyup vücudunun her tarafına insan ve hayvan pisliği sürüp onun resimlerini büyük bir zevkle çektiğini. Sonrada bu resimleri ailenin her akşam yemekte buluştuğu sofrada, yemek hâlen yenmekte iken ortaya çıkarıp tüm ev halkının kahkahalara boğulmasını izlediğini. Tüm bunlar yaşanırken henüz hâlâ bozulmamış psikolojisi ile okulda sağlıklı insanların yanında en az onlar kadar doğal hayaller kurduktan sonra her akşam okul çıkışı istemeye istemeye nasıl o eve geldiğini.
Mahkeme salonundaki insanlar ağzından çıkan her cümleyi, bir şair edasıyla, belirgin aralıklarla ve düzgün bir türkçeyle anlatan bu adamı şaşkınlıkla dinliyor, birçoğunun midesi bulanıyor geri kalanı gözyaşlarına boğuluyordu. Ve hepsinin ortak olarak hissettiği asıl şey öfkeydi. Henüz adam konuşmaya başlayalı çok kısa bir süre olmasına karşın hayatıyla ilgili anlattığı, bu aslında cinayet mevzusunu hiçte ilgilendirmiyor olması gereken olaylar zinciri, insanların ve adaletin ona karşı bakışını adım adım değiştiriyordu.
Adam tüm bunları gayet sakin ve yüzünde inanılamayacak derecede bir ifadesizlikle anlatıyordu. O anlattıkça insanlar daha çok dinlemek ve bu benzersiz hayatın detaylarına dair çok şey öğrenmek istiyorlardı. Onlar için artık bu mahkeme salonunda olmak demek, vahşice işlenmiş sıradan bir cinayetin sebebini ve bu cinayete verilecek cezayı öğrenmek demek değildi. Onlar artık bu mahkeme salonunda işgal ettikleri yerin -dinledikleri bu eşsiz hikâye açısından hayatlarında bir daha asla başlarına gelmeyeceğini düşünerek- mistik değerini anlıyorlardı.
Ev içerisindeki bu akıl almaz, mantık kabul etmez durum sıradan bir çocuğun seçim hakkı olmaksızın sahip olduğu ailesiyle ilgili yaşadığı rastgele bir problem olarak gözükebilirdi. Fakat anlatılanların devamında görülüyordu ki, bu rastgele bir durum değil sanki tanrının yahut şeytanın ancak bilinçli olarak kendisine düşmanlığıyla açıklanabilecek süreklilikte bir kasti dehşetti. Okulda gayet sıradan insanların arasında, gayet sıradan bir eğitim alıyordu almasına fakat bu hep böyle gitmemişti tabi. Henüz 11 yaşında bir beşinci sınıf öğrencisiyken, sınıf öğretmeni onu okul sonrası odasına çağırmış ve kendisine çok hoşlandığı ablasıyla arasını yapmasını teklif etmişti. Ablasının bozuk ve tehlikeli kişiliğini bildiğinden bu işe yanaşmamış ve öğretmeni cevapsız bırakarak orayı terk etmişti. Fakat öğretmeni sandığı gibi sağlıklı bir psikolojiye sahip değil, aksine ablası gibi bozuk ve tehlikeli bir psikolojiye sahipti. Kendi çabalarıyla çocuğun ablasıyla tanışıp derdini anlatırken bir süre önce ondan nasıl yardım isteyip bu konuda reddedildiğini de anlatmıştı ve bu olay ablasını çok kızdırmıştı. İşte hayatı gerçek anlamda o günden sonra daha da problemli bir hâle gelmişti. Çünkü artık okuldaki hayatı da evdeki hayatının bir benzeri olmuş, ablası ve öğretmeninin aşk yaşamak üzere okulda buluştukları her gizli noktaya o da zoraki getirilmiş ve onların yaptıkları tüm sapık iğrençlik ve işkencelere kısmen şahit olmuş, kısmen maruz kalmıştır. Üstelik yetiştiği güvensiz ortam ve ağır psikolojik durum yaşadıklarını anlatabilmesine kesinlikle engel olmuş, gündelik hayatlarında gayet sıradan gözüken aile bireylerinin müthiş oyunculuklarıyla da çok iyi örtbas edilmiştir
Anlatılanların artık dinlenecek ölçekte bir yanı kalmamasına rağmen, adam henüz daha çocukluk evreleriyle ilgili olan kısmı bile tam olarak bitirememişti. Hâkim araya girerek asıl mevzuya gelmesi gerektiğini vurgulamış fakat salonun kesin tepkisiyle geri adım atmak zorunda kalmıştı. Zaten durumun derin merak uyandıran etkisiyle bu konuda fazlaca da ısrarcı olmak niyetinde değildi. Salondan bazıları ve muhtemelen basınla ilgili olanları ara sıra dışarı çıkıyor ve kısa telefon görüşmeleri yapıyorlardı. Bu olay bugünün ertesinde ülkeyi hatta dünyayı yerinden sallayacak nitelikte bir olaydı ve sıradan bir cinayet davası hazırlığından başka hiçbir şey yapılmamıştı onun için. Peki, ama niye anlatıyordu adam tüm bunları? Bugüne kadar yaşadığı her şeye rağmen susmuş olan bu adam, şimdi belki de işlemiş olduğu bu cinayeti kabul ederek yaşadığı hayattan tamamı ile kurtulabileceği bir dava esnasında belki de kendisiyle ilgili tüm gerçekleri ortaya çıkararak bundan sonraki hayatını da yaşanmaz hâle getirecek bir süreci neden başlatıyordu. Amacı neydi?
Bu soruyu sormaya adalet temsilcileri de dâhil kimsenin isteği yoktu. Onlar yalnızca dinlemek istiyorlardı. Orada bulunuşları artık yalnızca dinlemek üzerine bir hâl almıştı. Soru sormadan, yargı ve değerlendirme yapmadan, ne kadar süreceğine aldırmaksızın yalnızca dinlemek.
Daha ne kadar şaşırabilirdi insanlar? Daha ne kadar iğrenç şeyler duyabilirlerdi. Bunun bir sınırı var mıydı? Eğer öyle olduğunu bunca anlatılana rağmen düşünüyorlarsa, çok yanılıyorlardı. Hâkim’in bunca tepkiye karşı koyamayarak ‘devam edin’ demesiyle birlikte adam, salondaki herkesi şaşırtacak bir şey yapıyor ve üzerindekileri çıkarmaya başlıyordu. Hâkim, soracağı soru dilinin ucuna kadar gelmiş fakat merakı bu soruyu dilinin ucunda sıkı sıkıya tutuyor bir vaziyette konuşmak istiyor fakat sessiz kalıyordu.
Adam üzerindekileri bir bir çıkarırken teninin gözüken hemen hemen her bölümüyle ilgili başka bir işkence ve şiddet olayı anlatıyordu. Vücudunun elbiselerle örtülü bölümlerine ulaşıldığında acı gerçekler bir bir ortaya çıkıyor ve insanlar bugünkü şaşırma sınırlarının bir kez daha alt üst olmasıyla yeni bir dehşete kapılıyorlardı. Sırtı morluk, kesik ve yanık izleriyle neredeyse simsiyah, bacakları sanki kimyasal deneylere maruz kalmış bir şekilde çeşitli izlerle dolu, göğsü ve karnı derisinden asla çıkmayan bir şekilde yazılmış çok ağır küfür, hakaret ve aşağılamalarla dolu, bunların ardında kalan ve bunca anlatılandan sonra alenen gözüken ruhu ise artık ‘hayat’ denilen şeyi sorgulamaktan çoktan vazgeçmiş ve yaşanan tüm bu iğrençlikleri kötü kader genel başlığı altında kabullenmiş rezalet bir durumdaydı.
Peki, ama insan tüm bunlara rağmen yaşamayı, -tabi buna ne kadar yaşamak denilirse- neden ısrarla tercih ediyor ve hiç değilse kendi hayatını kendi sonlandırarak tüm bunlardan kurtulmayı denemiyordu? İntihar fikri! Neden olmasın! Neden öldürmüyordu kendini bu adam ya da neden öldürmemişti şimdiye dek? Bunu anlamak gerçekten güçtü. Fakat belliydi ki daha öğrenilecek çok şey vardı. Dinlemek lazımdı.
‘Yaşadığın şeyler akıl alır gibi değil oğlum, fakat yine de adalet tüm bunları işlediğin cinayeti aklar bir nitelikte görmüyor. Sana sahiden yardım etmek istiyoruz fakat cinayetle ilgili daha çok bilgiye ihtiyacımız var. Neden öldürdün o kadını? Bunu yalnızca adaletin yerini bulması adına yapılan bu mahkemenin hâkimi olarak değil, gerçekten yaşadığın onca şeye rağmen şiddeti asla tercih etmeyişine büyük saygı duyan sıradan bir insan olarak merak ettiğimden soruyorum. Neden yaşadığın onca şeye rağmen elini asla kana bulaştırmama dirayetini gösterdin de, o yaşlı kadını gözünü kırpmadan, üstelikte vahşice –bir bıçakla rahmini parçalayarak- öldürdün? Sana ne yaptı o kadın?’
Adam bulunduğu yerde sendelerken bir bardak su istedi. Hemen kendisine bir bardak su verildi. Sonra kendisini iyi hissetmediğini ve anlattıklarının kendisini oldukça yorduğunu, sanki yıllarca yaşadığı onlarca kötü şeyin tekrar yaşandığını hissettiğini söyledi. Gözleri hâkime yalvarırcasına, daha fazlasını kaldıramayacağını anlatırcasına bakıyordu.
Hâkim onun durumundaki bu içler acısı hâli görüp mahkemeye kısa bir ara verme kararı aldı. İnsanlar gözlerindeki yaşları silip, kimi sigaraya kimi telefonuna yapıştı. Askerler onu bulunulan salondan çıkarıp başka küçük bir odaya aldılar. Ona su ve biraz bisküvi ikram ettiler. Sonra adam pencereden bakmak istediğini söyledi ve askerlerde onu pencereye yaklaştırdılar. Adam, son defa olduğunu yalnızca kendi bildiğinden hiçte sakınmayarak hayatındaki en anlamlı şeyi yaparmışçasına dolu dolu baktı gökyüzüne ve yüzünü sertçe esen rüzgâra doğru tutup kendi kendine fısıldadı ;’az sonra her şey bitecek’.
‘Tuvalete gitmem lazım’ dedi adam. Askerlerden biri ‘ben götürürüm’ diyerek silahını diğerine teslim etti. Zaten tuvalet hemen yan odadaydı. İçerisi hem askeri hem adamı almayacağından asker çabucak içeriyi kontrol edip çıktı ve adam yalnız girdi. Asker görev icabı adama; ‘çabuk ol’ dedi. Adam da ona ‘peki’.
İçeri girip kapıyı kilitledikten sonra bir süre etrafına baktı ve gömleğini çıkardı. Gömleğini buruşturup kendine yetecek miktarda bir bağa benzetti ve bu bağı tuvaletin küçük penceresine sıkıca sardı. Kısa kaldığını anlayınca pantolonunu da çıkarıp onu da gömleğine ekledi ve ucunu boğazına geçirdi. Kendini aşağı bırakabileceği bir yükselti yoktu fakat buna ihtiyacı da yoktu. Çünkü her ne kadar kararlı olsa da tam o ölüm anında intihardan vazgeçen diğer yüzlercesinden farklıydı o. Her ne olursa olsun asla vazgeçmeyeceğini ve asla direnmeyeceğini biliyordu. Onun tek amacı yaşadıklarının hepsini olmasa bile -çünkü hepsini kaldırmaya güçlerinin yeteceğine inanmıyordu insanların- bir kısmını anlatmak ve en azından tüm o kötülüklere rağmen iyi bir insan olmayı ısrarla sürdürdüğünü herkese ispatlamaktı. Önündeki tek engel ise bu cinayetti. Çünkü tüm anlattıklarına rağmen toplumun gözünde yaşlı bir kadını üstelikte vahşice -bir bıçakla rahmini parçalayarak- öldürmüştü. Bu da onun asla iyi bir insan olarak anılmaması için yeterli bir sebepti. Oysa içeride anlattıklarının ışığında, yaşadığı hayatın neden bu şekilde ona verildiğinin herkes tarafından sorgulandığı şu dakikalarda, bir de kendini öldürürken ardında bırakacağı küçücük bir mesajla, üç kelimelik bir cümleyle, belki de tüm toplumun gözünde kendini aklayabilir ve adalet yasalara bağlı olarak onu suçlu bulsa dahi, toplum vicdanen onu suçsuz bulabilirdi. Onunda istediği yalnızca buydu. Zaten ölecekti. Adalet umurunda bile değildi. Tanrı’ya tüm bunların nedenini soracaktı, orası kesindi fakat dünyadaki adalet sisteminden yaşadığı hayat göz önünde bulundurulursa bir beklentisi olması çokta akıllıca değildi.
Tuvalet kâğıtlarını hafifçe ıslatarak elinde büktü ve onları zeminde birer harfe, sonrada birer kelimeye dönüştürdü ve bu kelimelerin sonuncusunun sonuna da ilahi bir üç nokta koydu. Sonra da kendini, kendine zerrece karşı koymadan usulca astı.
İçeriden hiçbir ses gelmemesine bir anlam veremeyen asker, önce içeri seslendi sonra kapıyı zorladı, sonra da diğer askeri çağırarak birlikte kapıyı kırdılar. Zemindeki yazıyı fark etmeden şaşkınlık içinde öylece bir süre kaldılar, birbirlerinin yüzüne anlamsızca baktılar. Daha sonra biraz daha sakin olanı ‘koş birilerini çağır’ dedi diğerine. Asker hiçbir karşılık vermeden ve şaşkınlıktan yalpalayarak önce yavaş, sonra da çok hızlıca koşmaya başladı koridorda.
Az sonra o binadaki hemen herkes oraya birikti ve kapının önünde mahşeri bir kalabalık oluştu. Ellerinde mikrofonlar, küçük not defterleri ve kameralar olan medya mensupları bu mahşeri kalabalığın içinde kendilerine daha iyi birer yer bulabilmek ümidiyle çırpınıp durdular. Binadaki diğer görevliler askerlerle birlik olup kalabalığı uzak tutmaya çalışırken, adalet ekibi sırtlarında cübbeleriyle bu mahşeri kalabalığı yarmakta epey zorlanarak tuvalete geldiler. Hâkim içeri girer girmez gördüğü yazıyı önce sessizce içinden, sonra da etrafına dehşet veren bakışlarla ve akıl almaz hassaslıktaki bir ses tonuyla herkesin duyabileceği şekilde, hem de defalarca hatta sonunda neredeyse bağırarak okudu;
‘O BENİM ANNEMDİ…’
Ve dava düştü.
AĞUSTOS 2015

 

Yazarımızın tüm yazılarına ulaşmak için lütfen tıklayınız Oğuz Sarıtepe

Anasayfaya dönmek için lütfen tıklayınız

Bizi facebook sayfamızdan takip edin

Comments are closed.