İstanbul’un Üç Kuruluş Efsanesi; Megaralılar, Hz. Süleyman ve Yanko
Ocak 14, 2022İstanbul’da Sahipsiz Bir Tılsım
Ocak 14, 2022
Beyoğlu’nun Güzelleri
Merhaba,
Yazının başlığı belki tuhaf gelmiş olabilir, ancak gerçekten çok uzun süredir bir yazıda anlatmak istiyorum onları. Güzel onlar evet, Beyoğlu’nun delileri.
Deli söylemine kızıyor doktorlar, “ruh ve sinir hastası” demek gerekirmiş ama bu söylem ile akla gelende olması gereken algı yok, “deli” derken de bir ayrımcılık, ötekileştirme ve aşağılama yok bana göre, deli delidir ve güzeldir. Delilik ve deliler, her zaman ilgi alanım oldu benim. Kendimi de çoğu zaman onlardan biri olarak görürüm zaten. Onlar da bunu bilip, her nerede isem, bir çekim ile adeta gelip beni bulurlar. Buldukları yer bazen bir gemi güvertesi, bazen bir otobüs, bir hamam, bir bekleme kuyruğu, hatta bir duvarın dibi bile olabilir… Az sonra anlatacağım “duvardibi” yaşanmışlığımı daha önceden anlattığım kişilerden bazılarının yüzünde bir gülümseme görür gibiyim. O gülümsemeyi en son gördüğüm, en çok gülendi…hiç eksilmesin o gülümsemesi… Şu anda ben de gülüyorum.
İstanbul’a okumak için gittiğim yıllardan itibaren her yerde her zaman gördüm onları. Kendini kamyon zanneden de vardı, kral zanneden de. Gültepe’de bir Zeliha vardı, kapıya gelir elinde varolduğunu saydığı ve hepimizin de var kabul ettiği nesneleri satardı. Paşabahçe’de de vardı bir tane arada gördüğüm. O çok sinirliydi, dikkatle bakana kızardı. Onu görünce hiç bakmamak lazımdı. Biz de öyle yapardık. Ortaköy’de de vardı iki-üç tane, ama öyle çok yer etmemiş kafamda. Beşiktaş’ta çiçekçilerden vardı bir tane. İstanbul’da yaşadığım yirmiüç yılın en son dönemi olan on yılım Beyoğlu’nda geçti ve en canlı, en güzel delilerim orada benim… En çok sevdiğim dört tanesini anlatmak istiyorum.
Ne tuhaftır, en çok sevdiklerimin isimlerini bile bilmiyorum. Ama bir ismin ne önemi olabilir ki? O güzelliklerin yanında? Onları kendi sıfat tamlamaları ile anardık, yine öyle yapmak istiyorum. İlki “Beyaz Tozlu Peehhh” Böyle de sıfat mı olur? demeyin, anlatıyorum. Onu daha çok Galatasaray-Tünel arasında görürdük ve belli saatleri vardı. Belli ki, bir yerde çalışıyordu oralarda. Nasıl bir iş ise artık, üzerinde yüzü gözü dahil kirpiklerine kadar bembeyaz bir tozla hoplaya hoplaya yürürdü. Yüzünde sürekli bir gülümseme ile. Kimine göre bir alçı atölyesinde, kimine göre de fırında çalışıyordu, aslını hiç öğrenemedim. En çok yaptığı şey, yürürken yanından geçtiği kişiyi, ama herkesi değil, korkacağını tahmin ettiği kişiyi “peehhh” diye yüksek bir sesle korkutmaktı. Başarırdı da. Birkaç kez beni de korkuttu, sonra tanıdı ve yapmadı ben de onu tanıdığım için… Koskoca Beyoğlu, ondan ilk kez nasibini alacak olan öyle çok seçenek vardı ki.
Bir süre sonra, küçükoğlumu bebek arabasıyla gezdirdiğim bir gündü. Baktım karşıdan geliyor, diğer tarafa geçecek zaman da yok, mecbur bekledim artık ne gelecek başımıza diye. Çünkü bebek falan dinlemezdi bizim tozlu. Tam yanımızdan geçerken öyle bir “peehhh” dedi ki çocuktan çok ben bile korktum. Oğlum da korktu ama o giderken arkasından bakmak için eğilip durdu pusetinden… Birbuçuk yaşındaydı. Bir hafta kadar sonra yine bir öğle saatinde oğlumla ona denk geldik. Bu kez o yanımıza yaklaştığında oğlum öyle bir “pehhhh” dedi ki, adamı korkuttu. Daha doğrusu öyle bir tepkiyi beklemediği için şaşıp kaldı ve sessizce kaçıp gitti. O küçücük yaşının neresinden verdin o tepkiyi çocuk? Nasıl unutmadın? Hala düşünüp gülerim.
İkincisi “Lahana adam”… Evet, aynen bir lahana gibiydi o. Yaz-kış ne giyiyorsa hepsini üstünde, belinde, sırtında taşırdı, kat kat. Yazın katlarını soyunup beline bağlar, kışın da üstüste giyerdi. Sanırım en kirli olan oydu. Arasıra birileri götürüp hamama yıkarmış, anlatırlardı. Çok iri yarı , güreşçi gibi bir tipti, rivayet de öyledir onun hakkında. Güya kızıp memleketi terketmiş ne olduysa artık. Sadece sigara isterdi, verirdik. Onunla bir anım yok bu alışverişlerin dışında. Ailemden Barış bir ara ona kazak falan vermişti sanırım.
Üçüncü anlatacağım harika bir adam. “Kibar”… Evet, o hâzâ bir beyefendi idi. İncecik bir bedeni, spor giysileri vardı ve başında yaz-kış bir beresi. Para da sigara da, hiç bir şey istemezdi, ama alıp bir yerden bir şey verince teşekkür ederdi. Onunla ilgili söylence de muhasebeci olup bir hatadan dolayı zarara uğrattığı firmadan kovulunca böyle olduğu. Bilemiyorum, değer mi? Değer elbette duyarlı biriyse insan. Ailemden Barış ve Songül ile bir planımız vardı, eğer bir işyerimiz olur da para kazanırsak, onu da işe almak. Bir işyerim oldu bir candostla ortak olarak, ama bu dediğimizi yapacak kadar olamadık ne yazık ki… Ne zaman direklere takılı minik çöp kutularına bakan birini görsem hep onu anımsarım. İnce ve narin parmaklarıyla, içine kibarca bakar, yarım yenmiş sandviç falan bulursa alıp yerdi. Yaşıyorsa dilerim daha iyidir, belki daha farklıdır kibarımız artık, keşke…
Eveeet, geldik en güzeline. Çünkü, o bir kadın öncelikle. En güzel deliler kadınlardan çıkar malumunuz, yoksa bilmiyor musunuz? Bizim meslek odası vardı Beyoğlu’nda. Oraya gidiyorum, bir de işim var ondan önce Fransız Kültür’de halletmem gereken. Cadde çok kalabalıktır o tarafta, ben de çok fazla insana muhatap olup çarpmayım diye iyice duvara yakın gidiyorum. En azından bir tarafı kollamak için. Yaza gün sayıyoruz o zamanlar, yani üstüm başım öyle kalın da değil. Kadının biri, arkamda durmadan sövüp sayıyor, ne gelirse ağzına artık… “Ben sana gösteririm…laf da anlamaz şıllık!!!….” hiç umrum değil benim, bana ne, kimbilir kime, neden kızmış hatun. Ben bunları düşünürken sırtımda, kürek kemiklerimin arasında öyle bir yumruk patladı ki, abartmıyorum, resmen nefesim kesildi. Sonrasında çok seri şekilde bir yandan saçıma yapışan el, diğer taraftan yumruklara devam. “Noluyor…” diyebiliyorum sadece ve sonra “yardım edin!!!” Fransız Kültür’e yakınım, oradaki görevliler gülmekten perişan, yardıma gelmeyi akıl edemiyorlar bir süre. Sonunda beni kadının elinden aldıklarında bu kez perişan olan benim. Hem şaşkın, hem korkmuş, hem de sopa yemiş. İçerde oturup su falan içerken anlatıyorlar. Sadece kadınlarla muhatap olurmuş. (Erkekleri tutup çekermiş, ama kadınsa dövermiş) Duvara ondan daha yakın kimsenin yürümemesi lazımmış. Tövbe ya Rabbim! Adı üstünde, “Duvardibi delisi” Ben nerden bileyim? Adamların o kadar gülmesine de çok bozuldum, ayrı mevzu tabii. Oradan eve döndüm, başka bir şey yapmadan. Sonra çok kez denk geldim ona da, hep aynı ekose ceketi ile, sarı-siyah. Elbette duvara benden daha yakındaydı.
Beyoğlu çok değişti, onlar da yaşıyorsa belki değişmiştir. Videolardan izlediğim bir Cenk var şimdilerde Taksim’de, onu tanımadım ben. Ağaçlar bile yok artık Beyoğlu’nda, bildiğim sevdiğim hiç bir yer, hiç bir şey kalmadı. Gittiğimde oraya karşı yabancı bir duygu yaşıyorum. Burukluk onun adı…
Şimdi yaşadığım şehrin de çok meşhur delileri var, hele bir Ayten’ imiz vardı ki, heykeli bile dikildi. Sokağımızda çok beyefendi bir delimiz vardı, şimdi bakımevinde imiş, iyiymiş. Çok kültürlü biriydi, her konuda konuşurdu. Keşke diyorum, herkes onlar kadar anlaşılır ve basit sunsa kendini hayata. Hesapsız ve güzel bir dünyada yaşayarak. Kimseye zararı olmadan. En azından onların içinde mutlu oldukları sade bir dünyaları var. Bize göre daha anlaşılır bir dünya bu. Tek kardeşimden biliyorum, asla yalan söylemez, kin tutmaz, bir çocuk saflığında yaşar dünyayı, hesapsız ve doğal. Her zaman da sevgi doludur, minicik şeylerle mutlu olur canım ablam. “Normal” dediklerimizden olup da zararlı biri olsaydı onu sevemezdim. Aslında belki de doğru olan onların dünyasıdır, biz bir paralel evrende yaşıyoruzdur, kimbilir?
Sevgiyle, ufacık da olsa “deli bir yan taşıyarak” kalın… Çünkü yaşarken gördüklerimiz akıllara zarar zaten, Güzellikle.
sehrinhikayesi@gmail.com